26 Kasım 2010 Cuma

BİR KALEM DARBESİYLE ZENGİN OLDUK VE BİR ÖYKÜ!

Türkiye’nin satın alma gücüne göre GSYH’sinde yapılan düzeltme kişi başına geliri 2.354 dolar artırdı. Uzmanlar, düzeltmenin teknik olduğuna dikkat çekti (Milliyet)


Plan-Program ve Hesap İşleri

a) Kalkınma hızımızı hesaplarken..

- Planlama teşkilatının saygıdeğer hesap uzmanları.. Sayın Başbakanımızın isteğiyle yine ülkemizin kalkınma ve büyüme hızını hesaplamak için toplanmış bulunuyoruz. Geçen sefer ülkemizdeki elektrik prizi sayısını, mevcut memeli hayvanlarımızın ayak sayısıyla çarpıp milli gelirimize bölünce, kalkınma hızımızı 0.3 bulmuştuk. Bu rakkamı biraz yuvarlatıp üstünü tamamladıktan sonra, kalkınma hızımızın yüzde 7.9 olduğunu açıklamıştık. Ama şimdi aynı formülü kullanarak hesap yaptığımızda acayip sonuçlar çıkıyor. Ben deminki hesabımın sonucunda bir adet virgül bulmuş durumdayım.
- Nasıl yani? Virgülün solunda ve sağında bir rakam yok mu? Sıfır virgül sekiz olur, yedi virgül beş olur. Ama sadece virgül olması biraz garip değil mi Hikmet Bey?
- Maalesef sadece virgül çıktı efendim.
- Bari bir rakkam bulsaydınız, yuvarlak hesap yükseltir birşeyler uydururduk. Virgülü en fazla yuvarlatsak nokta haline dönüştürebiliriz ki, bunun da konumuzla bir ilgisi yok. Sizin hesaplarınızdan da illallah yani Hikmet Bey. Geçen yıl ülkemizdeki işsizlik oranını yedi litre olarak hesaplamıştınız. Sonra Sayın Başbakanımız da “Litre cinsinden işsizlik yoktur” diye halka açıklamada bulundu.
- Naapabilirim, yüz kere kontrol ettim, virgül çıkıyor.
- Zamanımız yok. Birazdan Başbakan cevap isteyecek. Sonucu bu akşamki “İcraatın İçinden” programında söyliyecekmiş.. Adama şöyle yüksekçe bir şey söylemek lazım, yoksa feci bozulur. Hikmet Bey, bulduğunuz virgülü verir misiniz. Evet, gördüğünüz gibi, hesap neticesinde bulunan virgül dikkatle bakılıp daha büyükmüş gibi tasavvur edildiğinde, aynen dokuza benzemektedir, zaten virgül minyatür bir dokuz rakkamı değil midir? Bütün bu bilgilerin ışığı altında memleketimizin kalkınma ve iktisaden büyüme hızı yüzde dokuzdur. Hadi şimdi daalın..

b)Kent düzenlemesi..


- Sevgili İl Genel Meclisi ve Belediye Encümeni üyeleri. Şimdi sizlere masadaki İstanbul maketinin üzerinde, şehirde yapacağımız düzenlemeleri anlatıcam.
- Ayy.. Ne şirin, bu oyuncak trenler yürüyor mu? Bedri Bey bu İstanbul maketi harika bir şey. Küçük bir İstanbul.. Hihi..
- Trenler yürüyor ama siz yine de itmeyin. Madem tren dediniz, işe trenleri anlatmakla başlıycam. İlk etapta, Sirkeci’de biten banliyö hattı, Taksim’e kadar uzatılacak.
- Düüüt.. Çutakaka çutakaka düüt.
- Rica ederim Remzi Bey toplantının ortalık yerinde tren sürmeyi bırakın. Ne diyordum, tabi yeni tren yolu için birtakım yıkımlar gerekiyor. Maketlere bakınız şimdi, şu çizgi üzerindeki tüm maket evleri sırayla söküyorum. Çünkü tam burdan tren yolu geçicek..
- Hihihi.. Bedri Bey sizin söktüğünüz minik evlerden, kenarda bir kasaba yaptım.
- İyi yapmışsınız Remzi Bey. Yalnız lütfen tren yolunu sökmeyi bırakın.
- Ee.. Be kardeşim, bu yeni yaptığım kasabanın insanları işlerine nasıl gidip gelicek?
- Kızıyorum ama Remzi Bey.. Buyrun size iki otobüs veriyim, tren yolunu geri verin.
- Ay bi dakka.
- Yine nooldu Remzi Bey.
- Demin söktüğünüz evlerin içinde benim kaynatamın Şişhane’deki evi de var. O evi yerine koyun. Asla olmaz, kaynatamın evini sökemezsiniz.
- Remzi, kaldır o evi ordan. İnatçı fasulyeye bak. Remzi şurda İstanbul’u şeetmek, düzenlemek için toplandık, hıyarlığın âlemi yok.
- Yıktırmam, billahi yıktırmam..
- Parası neyse veririz. Hoop beyler, ben Remzi ile tartışırken maketi kurcalamayın. Biriniz kaşla göz arasında Boğaz’daki yasak bölgeye villa maketi yerleştirmiş. Üsküdar’ı Zeytinburnu’na kim koydu.. Lütfen.. Lütfen Fikret Bey.. Gözlerimle gördüm, adanın birini cebinize attınız.
- İftiraaa... Yalan..
- Nah işte cebinizde, yürütmüşsünüz.
- Ada zaten benim yanımdaydı lan. Gelirken cebime koymuştum.
- Ayıptır beyler. Şu belediye camiasında sizler gibi yağmacı, eşkiya ruhlu heriflerin bulunması acı bir talihsizliktir.
- Bana haa.. Eşkiya babandır lan..
- Tüh.. Gördünüz mü olanları.. Fikret Bey Belediye Başkanı’na ikinci köprünün ayağını sapladı...




Atilla Atalay/Usulcacık

23 Kasım 2010 Salı

ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN VE BİR ÖYKÜ...

Ayrılamayanlar İçin

Biliyordum, kolay ayrılamazlardı... O sırada bin okulda daha dalgalı düdüklü bin zil çalıyordu... Yurdun dört bir tarafındaki bu üniformasız saf ve iyi yürekli çetenin garip üyeleri... Soba kurumuyla yumurta akını karıştırıp kara tahta yapanlar, cücelerinden utanıp gizlice işporta tezgâhı açanlar, karın kestiği yolların sonunda gurbet çekenler, alemlerin en kahpe kurşunlarına gelenler... Onlar, hiçbirisi, kolay kolay cücelerinden ayrılamazlardı. Bin türlü hesabın, puşt tezgâhlarındaki milyon çeşit sırrın arasında, çocuklarla paylaştıkları çizmeli kedi sırrından başkaca değerli bir şeyleri yoktu...

Önce koridorlarda dolaştım uzun uzun. Duvarda asılı olan “Koşma!” yazısına inat, sessizce koştum.

Ethem Çalışkan’ın çizdiği Atatürk portrelerine baktım, "Sesimiz" duvar gazetesinde, “dolmakalemle çizgisiz dosya kâğıdına yazılmış” şiirleri okudum. Uzaklarda bir yerlerden gelen mandolin sesine kulak kabarttım... Ceplerimi karıştırıp, arkasına tükenmez kalem kapağı takılarak boyu uzatılmış, cüce kurşun kalemler aradım, düğme kadar, kararmış silgiler...

Bir sınıfın kapısı önünden geçerken içerideki öğretmenin “Tahtayı dinle!” sesine tutunup kimselere görünmeden, “geç kâğıdı getirmeden” sınıfa süzüldüm... Panoda asılı zaman şeridine baktım önce. İlkbahar, yaz, sonbahar, kış... Aynıydı işte, olduğu yerde akarak durup duruyordu...

Ben, ortalarda bi yerlerde oturuyordum. Elimde Çizmeli Kedi masal kitabı... Kedi niçün çizme giyer, olayı bir nedir tam olarak anlamıyordum ama, masal kitabını ezbere biliyordum. Kitabı ilk sayfasından açıp sonuna kadar aksaksız okuyomuş gibi yapıyordum. İşin gerçeğini bilmeyen sıra arkadaşlarım, benim okula gelmediğim halde hızla okuma yazmayı sökmüş olmamı annemin öğretmen oluşuna bağlıyorlardı... Oysa annem beni kendi öğretmenlik yaptığı ilkokula kaydettirirken, her şeyi ancak kendi öğretmenimden öğrenebileceğimi, kendisinin evde ve okulda beni öğrenci olarak asla tanımayacağını söylemişti... Ben de kendisine “Beni tanımayanı ben hiç tanımam” cinsinden bi laf sarfedip anlaşmamızı kendi dilimde onaylamıştım... Tam da o günlerde, ben defterime çeşitli yamuk şekiller çizip yazı alıştırması yaparak ev ödevimi tamamladıktan sonra, niyeyse evin damına çıkmış dolaşırken, bir inşaat kalasının üstündeki paslı çiviye bastım. Ama, bastım yani. Ööle bööle diil, topuğuma girmiş çividen kurtulmak için epey debelendiğimi anımsıyorum. Sonra uzun süre hastane hastane dolaşıp niyeyse o vakitler zor bulunan tetanos aşısından aradık. Sonunda, yaşamımdaki tüm yüzleri unutsam onunkini asla unutamayacağım hastabakıcı, kasap, marangoz karışımı bir adam, göbeğime adı geçen iğneyi zerketmek suretiyle beni günlerce ikibüklüm bıraktı... Tabii bu süre içerisinde okula gidemedim. Sınıf akadaşlarımdan çok önemli bir bölümü okuma yazmayı çatır çatır sökmüştü... Sanki hemen okulu bitirip doktor mühendis olmuşlar gibi bir hisse kapılmıştım. Fekat, anlaşmamız gereği anneme bu durumu açamıyor, konuyla ilgili hissiyatımdan habersiz salak bir komşumuzun hasta ziyaretinde bana “okursun” diye armağan ettiği Çizmeli Kedi’yi evirip çevirip resimlerinden masalı kestirmeye çalışıyordum... Sonraları beni ziyarete gelip gidenlere zorla kitabı okutmaya başladım. Bu o kadar sık tekrarlandı ki sonunda kitabı harfiyen ezberledim. Çivinin izleri ruh ve bedenimden silinip de yeniden okula başladığımda sınıfın en başarılı okur yazarlarının yanına kurulup itinayla yapraklarını açtığım Çizmeli Kedi’yi bi solukta okuyarak, annemle anlaşmamızdan haberdar olan öğretmenim Arife Hanım dahil herkesi şaşırtmıştım... Öğretmenimin “çizmesiz bir kediyi” bile asla okuyamadığımı anlaması uzun sürmedi tabii. Ama kimselere söylemedi. Ders çıkışlarında beni gizliden çalıştırıp, sınıfla aynı düzeye getirdi.

Topuğum... Yıllar önce çivinin battığı yer acıyor. Sınıfın kapısından doğru “tahtayı dinlemekten” vazgeçtim. Kulağım yine koridorda, Münir Ceyhan’ın hışırtılı plaklarından çocuk şarkıları duyuyorum... “Orda bir köy var uzakta” bu en bilineni... Oysa ben daha bir sürüsünü biliyorum. Okulun koridorlarında siyah önlüğümle “atom karınca” gibi koşuşurken hoparlörlerde bu plaklar çalıyordu. Yıllar sonra “Komiklik olsun için” o plakları annemle okul müdüründen istetip bi kasede kaydetmiştim. Dergide dinlerken en çok “Sokağa çıktım hapşu” ve “Dostum kibrit kutusu” adlı parçalara gülmüştük... Alt katta, “Müsammere salonu”ndayım şimdi... İkinci sınıfta felan, “ront” yapıyoruz... “Ben dağları, hem mor bağları aştım da sana geldim...” Dördüncü sınıfta, davul zurna, Antep’ten “Çebikli”yi oynuyoruz. Son sınıf. Aziz Nesin. Toros Canavarı kitabından Sakın Alma isimli öykü. İki perde. Abiniz baş rolde.


Aşı günlerinde ispirtolu pamuk kokusu, kitap kokusu, henüz açılmış kurşun kalem yongasının kokusu, suyu kesik tuvaletlerin musluklarından boruda kalan son suyu emerkenki pas ve kireç kokusu, kantinden yükselen sucuklu tost kokusu. Işıklar sonra... Öğleden sonraları, sınıfın camından süzülerek, geç yatmış çocukları kandırıp uykuya çağıran büyülü ışıklar, geç saatlerde dev karpuzlardan koridorlara dolan sarı ampul ışıkları. “Alan var, alamayan var” boya kalemleri, türlü çeşitli kalem kutuları, beslenme çantaları, su mataraları...


Geri vitese takmış bir tüp kamyonu, okul duvarından girip, benimki dahil herkesin çocukluğunu ezip geçiyor sandım. Kamyonların geri vites melodisi zannettiğim ses, dersin bittiğini belirten “zil” miş. Kâtibim çaldı, böğürdü, birini kestiler, bişey oldu, Münir Ceyhan’ı bıçakladılar... Üsküdar’a geri viteste gideriken koptu da bir hangırtı... Kâtibiniz, millieğitime ayrılan bütçeyle alınmış, tuhaf melodili, modern zille, “zaman şeridinde” daldığı yerden, on yaşından, fena halde uyandı.
Her sınıftan, yetmiş seksen tane, bir örnek “atom karınca” fırlayıp koridorlara doluştular... Delirmiş binlerce cüce gibi koşuşuyorlar. Annem... Otuz yılın sonunda, bugün okuldaki son dersini verdi. Sınıfın kapısında, dizini biraz aşan çocukların arasında, sanki yarı beline kadar dalgalı bir denizin ortasındaymış gibi duruyor. O çok sevdiği cücelerle uğraşırken artık sağlığı bozulmaya başladığı için, O’na baskı yapıp zorla emeklilik dilekçesi verdirttik. Son dersinin ardından üzülüp morali bozulmasın diye O’nu arabayla okuldan almaya geldim. “Hadi” diye birkaç işaret yaptım. Sonra birkaç tane daha... Ayrılamadılar ama...


Biliyordum, kolay ayrılamazlardı... O sırada bin okulda daha dalgalı düdüklü bin zil çalıyordu... Yurdun dört bir tarafındaki bu üniformasız saf ve iyi yürekli çetenin garip üyeleri... Soba kurumuyla yumurta akını karıştırıp kara tahta yapanlar, cücelerinden utanıp gizlice işporta tezgâhı açanlar, karın kestiği yolların sonunda gurbet çekenler, alemlerin en kahpe kurşunlarına gelenler... Onlar, hiçbirisi, kolay kolay cücelerinden ayrılamazlardı. Bin türlü hesabın, puşt tezgâhlarındaki milyon çeşit sırrın arasında, çocuklarla paylaştıkları çizmeli kedi sırrından başkaca değerli bir şeyleri yoktu...

22 Kasım 2010 Pazartesi

SIKILHANNNN

- Alo Sıkıl nasısın dostum. Cenk ben... Bilmem hatırlar mısın hazırlık sınıfında oyuncak arabanı yutmuştum hani.
- Çıkardın mı? Sende kalabilir...
- Olm yok lan onun için aramadım seni. Kendimi hatırlatmak için söyledim. Neyse konuya giriyim, abi Yuutub açıldı biliyosun... Orda benim Cenkez videolarım var...MTV'nin Jack Ass' i gibi, arkadaşlarla kafamızda bişeyler kırıyoruz, el kızartmaca, tüy düğümlemece, kıl yolması, osuruk yakma, dilini boruya yapıştırma, kulağına topak sokma gibi konulara eğiliyoruz....
- Başka yerde oynayın çocuğum, evde hasta var.
- Olm geyikleme lan, burda dünya çapında bi olaydan söz ediyoruz. Hergün binlerce kişi Türkiye'nin Jack Ass'i, Cenkez ve Ekibi'nin maceralarını tıklıyor. En çok hit alan götümün iki kanadını japonla yapıştırdığım video mesela... Yedi milyonun üzerinde hiti var, gezegenin dört bir tarafından da beşyüzbin yorum yazılmış. Aynı şekilde burun deliklerimde iki fındık kırdığım video da hite doymuyor. Hatta bu video nedeniyle Kaliforniya'da bir sivil toplum kuruluşu benle görüşmek istedi, vize sorunu yüzünden gidemedim. Bi de sirkten aramışlar ama babaannem verdikleri numarayı yanlış almış, Münih'te bi nalbur çıkıyo...
- Bu numarayı da yanlış tuşlamışsın Cenkez, ben Sıkılhan diilim, adım Nedret. Kastamonu Azdavay'da "Azdavay'ın Sesi" adlı bir yerel gazeteyi çıkarıyorum. Anlattıklarından gazetemizde söz edicez, ilginç bi insanmışsın, hadi kapat şimdi.
- Ya yapma Sıkılhan yaa... Ben Jack Ass'in açtığı yoldan dünyaya mal olucaz, diyorum, sen kalkmış Kastomonu'yla sınırlı tutuyosun bizi. Dünya değişiyor dostum. Yuutuub'un yeniden açılması izleyici sayısını arttırdı. Yeni videolarla dünya izleyicisinin karşısına çıkmak için düğmeye bastık. Seni de ekibimizde görmek istiyoruz. Alo... Alo, dostum beni duyuyor musun, kapadın mı yoksa, alo?
- Ha, orta kulağıma japon döktüm... Ha?

* * *

- Alo. Meraba, lan naaber dayısının taktakan yiğeni... Nası gidiyo vuruş kırış işleri... Ömür, ben Ömür... Hadi galkın gelin, bizim buraya HES yapılıyor. Dünya gözüyle, henüz kirlenmemişken görün hem beni, hem buraları... Soora siz büyürsünüz, dünya da kirlenir, gelin yakak gemileri... Gopartalım ipleri ağzını gırıyım, noolacak üç günlük dünyada....
- Hayır dayı, sana hestir git demiycem...
- Deyeceksen de, arzun bilir, sen kaybedersin yalnız. Bunlar son zamanlar. Bak burda Hondakların Muhsin Abi köye GDO'yu soktu bile. "Bıktım çürük çarık zerzavatlan uğraşmaktan, gittim ziraatten bir on veren ecnebi tohumundan aldım, ilacı da basacam bu sene, kirlenüse kirlensin ağzını gırdığımının toprağı, temiz duruyo da gelip benim önüme bi tas çorba mı koyuyo" diyor... Bak gitti gider... Bi tarlaya GDO ekseler yeter, rüzgarınan tozlaşıp yayılıyo o. Demem o ki; hayde son domatisler bunlar. Ayrıca benzincinin orıya iki tane birden AVM açılıyor, "küçük esnaf" görmek için son günler, simitçi kahveci gazozcu, köv bakkalı, alayı bi kaç seneye kaybolur. Toki de geldi. Gelin küçük esnaf, Tokileşmemiş köv evi, şelale felan resmi çekersiniz. Sona yok bi daha...
- Aha... Ne biçim anlattın dayı yaa. Duyan sizin orda bir yanardağ faaliyete geçmek üzere sanıcak.
- HES AVM GDO TOKİ alayı birden giriyor şirin beldemize diyorum sana, volkan dediğin bu kadar beton fışlatmaz insanın üstüne.
- Noolacağıdı dayı. Su akar Türk bakar dönemi sona eriyor bugün ehehe... Naabacan boşa akan suyu, ufak çürük domatezi, köy evini felan...
- Bak haala kafa açıyo benle yaa. Asıl ben boşa akıyorum burda afedersin... Bak bundan beş on sene soona organik insan galmayacak memlekette. Sayın Erol Büyükburç'un sipermleri neye çalınıyor zannediyorsun? Elli kere diyoruz, topla gızları doldur bi minibüse gel diye... Halis manda yoğurduyla büyümüş insan çohaz memlekette, iki üç seniye hic kalmayacak diyorum. Sen durumu bu açıklıkta izah etmiyosun gızlara ondan toplaşıp gelmiyorlar. İlerde çok geç olabilir... Alo... Gapadın gene dey mi pij... Alo... Gelmeyin daha siz, uzaydan geliyorlar, siz daha gelmeyin... Alo!
Leman Dergisi'nden

18 Kasım 2010 Perşembe

SUAVİ SÜALP'TEN: GENE İYİ DAYANDIK!

Yazarın aynı adı taşıyan kitabından alınan bu öykü, bendenizin ilk kitabı Usulcacık'ın ilk sayfalarında yer alıyordu.
Sunuşta "Bir dakika saygı girişi" başlığıyla, İsmet Çelik, Sadık Şendil ve Suavi Süalp'e, yanyana çalışırken ya da yazdıklarıyla büyürken bana açtıkları büyülü yol için teşekkür eden bir kaç satırın ardından sanırım bazı şeylerin hiç bir zaman değişmeyeceğini de öngörerek bu öyküyle başlamıştım.
Aradan geçen yıllar boyunca doğrusu ben de iyi dayandım sayılır.
Şimdi son kitaba hazırlanırken bir vesileyle bu öyküye yeniden baktım, siz de bilin istedim...
Beraberce daha uzun yıllar dayanabilmek dileğiyle, sevgiyle...

A.A

Gene İyi Dayandık*

Bu yazının sonunda, ortaya bazı gerçekler çıkacaktır.. Bu gerçekler belki de dünyanın gidişini değiştirmeyecektir, ama, bu satırların yazarı olan benim, Suavi Süalp’in, Türkiye’nin en çok kazıklanan yazarı olduğunu kanıtlaması bakımından ilgi çekecektir.
Tabii kitap alınıp okunursa..
Ben yazarlığı bir televizyon programında bana spikerin bir soru sorması için başlamadım. Zaten yazarlığa başladığım zaman Türkiye’de televizyon yoktu.
Geçimini yazı yazarak kazanmaya çalışanlara yazar denir. Bu, yazarın çok ilkel bir tanıtımı olsa da, bu kısa tanıtım içinde çok önemli bir gerçek vardır. Geçimini kazanmak için yazı yazmak. Yani, geçimini kazanmak için araba kullanmak, berberlik yapmak, ayakkabı tamir etmek gibi..
Lafı nereye bağlayacağım diye düşünmeyin. Gayet basit, ben otuzsekiz yıllık yazarlık hayatımda tahminen 354647489983736 353637387362782 (boşuna okumayın) kelime yazı yazarak bir rekor kırarken, bu yazdığım yazıların bedeli olan paranın yüzde birini ancak kazanarak, yüzde doksandokuz kazık yedim.
Kimden mi?.. Önce tabii bizim meşhur Babıali olmak üzere, filmci, tiyatrocu, komik, şovmen, lokantacı, hayır cemiyetleri, özel şirketler ve birtakım özel ve tüzel kişilerden...
Beni neden bu kadar sömürdüler?
Gene de bu işin arkasında süper güçleri, yani Amerika veya Rusya’yı aramadım değil. Fakat ne Amerika, ne de Rusya, benim gibi küçücük bir yazarı sömürmek için gizli teşkilatlarını uyaracak zahmete neden girsinler?.. Sonra, oyunlarımı, senaryolarımı, yazılarımı alan gazeteleri, dergileri, tiyatroları, film prodüktörlerini, şovmenleri, komikleri ve öbür kimseleri Amerikan ve Rus ajanı olarak suçlamam yakışık almaz.. Ama beni yıllardır sömürenlerin bu ajanlardan daha az gaddar olduklarını kanıtlayamam..
Ayrıca bu kişilerin içinde benim eserlerimin altına kendi imzasını atacak kadar laubali olanlar, paramı vermek için alacağım paranın yirmi katı yol parası vermeme neden olanlar, yazdığım yazılardan pasajlar araklayıp sahnelerde oynayanlar, koskoca bir tiyatro oyununu ad değiştirerek turnelerde bütün yaz boyunca oynayan tiyatrocuların yaptıkları herhalde bir gizli ajanın yaptıklarından pek de ufak şeyler değildir. Ayrıca badman, yani kötü adam, ajan, yani casus kimseyi sömürmez, sadece para karşılığı en adi numaralara yatar. Hatta ajanın bir yerde aldatılmış ve terkedilmiş bir tarafı da vardır.
Neden beni sömürenlere, yani iyi niyetimi, kafamın ürünlerini, saf köylünün portakal bahçesini ucuza kapatan madrabaz gibi üçkâğıda getirenlere bu kadar gıcığım var? Bana neden hep kazık atmışlardı? Alnımda “Bu adam hıyardır” diye mi yazıyordu?
Sabahlara kadar, gözlerim kan çanağına dönene değin yazı makinasının başında inekleyip yazdığım senaryoları düşündüm.. Paralarının onda birini alamadığım, para yerine bono adında kâğıt parçaları hatta feshane malı ikibuçuk metre elbiselik kumaş aldığım ve tekrar tekrar yazdığım senaryoları.
Birileri kafamın içine el atmıştı yıllarca. Oradaki ürünleri araklayıp para haline getiriyorlardı. Sireno Dö Bercerak (doğrusunu bilen varsa yazsın) olsaydım ve gerek zekâmla, gerek kılıcımla bu herifleri hizaya getirseydim..
Birden karşıda, vaktiyle bana kazık atan bir tiyatrocuyu gördüm. İki oyunumu, okumak için almış ve sonra:
“Ah oyunlar, Zeyrek yangınında yandı Suavi Beyciğim. Bilseniz size karşı ne kadar mahcubum. Ama siz maşallah bu kafayla iki günde, tıkır tıkır daha iyisini yazıverirsiniz” demişti.
Elimde olmadan ve biraz önce içtiğim rakının etkisiyle: “Hırsız herif” diye biraz kuvvetle bağırmışım.
Tuhaf değil mi, o anda bir alay adam dönüp baktı. Ben o anda o bakanların hangi konuda hırsız olacaklarını mı düşünecektim. Gözümü armutların en iyisinden alan tiyatrocuya dikmiştim. Bu herif yıllardır Fransız vodvillerini araklayıp, kendini tiyatro yazarı sanan ve Fransızca bilen bir herife üçbuçuk kuruşa tercüme ettirip oynardı. Oynarken de hep dilini çıkarırdı. Adını hatırlamıştım, ama burda yazarak teşhir etmek istemem. Manavın karşısında sahnede yaptığı rolü tekrarlayıp komiklikler ederek kesekâğıdına bir armut fazla atmaya çalışıyordu..
Dönüp yürüdüm. Peki bu adamlar neden tiyatrocu, artist, filmci oluyorlardı. Çoğunun bu gibi sanata ilişkin şeylerle gerek görgü, gerek bilgi, gerek adamlık, gerek incelik ve estetik, zevk, gerek tip bakımından en ufak ilgileri yoktu. Bir gazinonun önüne geldim. Müthiş Komikler, Arsız Köpekler.. Bu ikisini iyi tanırdım.. Nasıl tanırdın? diye bir soruyla karşılaşmayacağıma emin olarak gene de şunu belirtmekte yarar var.
Bu Fazıl ile Hüsnü adındaki iki acayip yapılı herif seyirciden çok kendileri güldükleri, iyi köpek taklidi yaptıkları için isim olmuşlardı. Şişmanı ilkokul ikiye kadar okumuştu. Zayıfı Lorel taklidi yapardı. Babası eski bir hırsızdı. O kadar ağzı kalabalıktı ki, on dakika içinde kafaya almayacağı adam yoktu. Beni de bu Fazıl adındaki karavata getirmişti:
“Canım ağbiciğim.. Canım babacım. Üstadların bir tanesi.. Yani senin o Maydonoz dergisindeki şeylerinle büyüdük.”
Benim neyimle büyüdüklerini bu kadar açık söyleyenlere karşı bir sevgi duyduğumu anlamıştı:
“Babacığım. Sen şimdi ne yap biliyor musun? Başka hiçbir komiğe şov yazma. Yazma baba, ne yazıyorsun? Seni harcıyorlar.”
“Bak nasıl anladın...”
“Tabii, değil mi ulan Hüsnü?.. Baba sade bize yazsın, haftada da bin kâğıdını temiz alsın.”
Hüsnü Fazıl’a “çıldırmış mı acaba” gibilerden baktı. Hep onun sözlerini onayladığı için:
“Tabi temiz alsın” dedi.
Ve bir gazoz içerek Arsız Köpekler’in yazarı oldum. Arasına kopya kâğıdı koyarak da iki nüsha şu anlaşmayı yaptık: Bir tarafta yazar Suavi Süalp ve öbür tarafta Arsız Köpekler Fazıl ve Hüsnü şöyle anlaşmışlardır:
1- Yazar bütün yazdıklarını Fazıl ve Hüsnü için yazar..
2- Her hafta mubarek Cuma günü bin kâğıdını alır...
3- Eserlerin bütün hakkı Arsız Köpekler’indir.. Yazar Suavi Süalp eserlerini başkasına satamaz.
4- Komiklik tutmazsa yazar yenisini yazar.
5- Şarta uymayan taraf öbür tarafa 2 milyon lira maddi ve manevi tazminat ödemeyi şimdiden kabul eder. İhtilaf vukuunda başvurulacak mercii İstanbul yargı organlarıdır.
Ve imzalar. Bu kadar ciddiyet içinde yapılan bir işte hile olmazdı. Ben hemen o Cuma 1000 liranın hayaliyle aklıma gelen bütün komiklikleri sıraladım. Bunlarla Arsız Köpekler on yıl idare edebilirlerdi. Veee öyle de oldu..
Şimdi biri çıkıp, utanmadan şu soruyu sorabilir:
“Peki, her hafta bin liranızı aldınız mı?..”
Hayır. Alamadım, çünkü Arsız Köpekler perşembe günü İzmir Fuarı’na gitmişlerdi. Gazinoya gittiğim zaman program yoktu. Vakfıkebirlileri Sevenler Derneği üçyüz çocuğu sünnet ettiriyordu. Anlatabildim mi?
Arsız Köpekler afişte bana, “Nasıl seni kazıkladıkdı baba” dercesine bakıyorlardı. Arsız iki köpek.. İki tanınmış sanatçı. O anda ayağımı koklayan bir köpeğe elimde olmayarak bir tekme attım. Beni köpek gibi mazlum bir hayvandan soğutan ve köpek adını lekeleyen bu iki herifin afişine bir tükürük sallayarak yürüdüm.
En iyisi ben afişlere bakmaması gereken adam olduğumu bilmeliydim. Çünkü sinema, tiyatro, gazino, konser afişleri, her an karşıma yediğim kazıkları çıkarmak ve anımsatmak bakımından uyarıcı birer tehlikeydiler. Bir de bana alamadığım paraları alsaydım nelerim olurdu gibilerinden bir kuruntu gelmişti. Hani bazı adamlar yaşanmamış günleri yaşamış gibi olurlar ya.. Ne demekse.
Sinir ve Ruh Hastalıkları Mütehassısı Bedri Ruhlananduman diye bir tabelaya doğru yürüdüm. Birden içeriye girdim. Bacaklarının tatlı yuvarlaklığı hayatın yükünü unutturacak kadar hoş bir hemşire. Hem hemşire, hem sekreter.
“Doktor Bey boş mu?”
“Taksi boş mu?” gibi sorduğum bu soruyu hemşire gene nazik yanıtladı:
“Randevunuz var mıydı?”
“Hayır, geçerken uğradım. Zaten hayatımda ilk defa bir ruh doktoruna giriyorum.”
“Bilmem ki. Doktor Bey şu anda içerde kendini dinliyor ama, bir sorsam mı?”
“Sorun.. Belki kabul ederler..”
Kalktı. Götünün çok güzel olduğunu kanıtlayarak yürüdü ve kapıdan girdi.. Ben oturduğum yerde bir an yutkundum. Beni şöyle bir şey kazıklasaydı yüreğim yanmazdı diye düşündüm. Çok tuhaf değil mi, kadınlardan hiç parasal kazık yememiştim. İlk karım hariç. O beni buruşturmuş ve elimde ne varsa alıp kapı dışarı etmişti.
“Manyak karı” diye söylendim. Bir sigara yaktım. Ellerim titriyordu. Ağzım kurumuştu. Her an bir şey yapabilir miydim? Ama ne yapardım?
Hemşire kapıdan çıktı:
“Doktor Bey sizi bekliyor. Buyurun Hulusi Bey..”
“Adım Suavi Süalp.”
Bu laflarım üzerine hemşirenin hemen “Aaaa meşhur yazar Suavi Süalp siz misiniz? O halde..” demesini bekledim ama, o hiç de entelektüel bir hemşire olmadığını belirten bir sesle:
“Sürahi Bey mi,” dedi. “Sürahi Sulak..”
“Hayır, Süvari Surat...”
“Sürat mı?”
“Hayır Murat!. Kızım sen boşver, ne yazarsan yaz” diyerek kapıyı vurup doktorun odasına daldım.
Ruh doktoru Bedri Ruhlananduman eski Alman şövalyeleri tipinde bir adamdı. Uzun boylu, baykuş bakışlı ve çok zayıftı. Parmağında mor bir şövalye yüzük vardı. Ağzının yan tarafı biraz aşağı doğru kayıktı. Burnu kemerli ve Joan Veismuller’e benzeyen saçları vardı.
Şimdi burda hiç gereği yokken ruh doktorunu tarif etmemden benim de iyice bir manyak olduğumu anlamışsınızdır. Ama bunu şimdi doktor daha açık seçik ortaya çıkaracaktı:
“Oturun.”
“Oturmam.”
“Nasıl isterseniz. Neler hissediyorsunuz?”
“Bu çok zor bir soru doktor. Ben aslında tek şunu hissediyorum.”
“Örneğin neyi?”
“Ben aslında yazarım. Yani işim yazarlık...”
“Vizitem bin liradır. Belirteyim.”
“Neden yazar olduğumu söyleyince vizitenizi öne sürdünüz?”
“Ben herkese sürerim.”
“Krem misin doktor?”
Bu tuluatlarla karışık matrağa doktor bir an zoraki güldü:
“Burada soruları ben sormaya alışığım.”
“Kötü alıştırmışlar. Efendim, ben yazarım, demiştim. Bu meslek aslında bu memlekette özelliği olan bir meslek midir, değil midir?”
Doktor bana, içersi dolu bir otobüse bakar gibi baktı.
“Bu ne biçim laf! Tabii her meslek gibi yazarlık mesleğinin de bir özelliği vardır.”
“Sağolun. Peki yazar, yazdıklarıyla geçinen adam olduğuna göre ve de kafa ürünü de bir ürün olduğuna göre, neden bu ürün para etmez bizim ülkemizde doktor?”
Doktor hep avanta tiyatro davetiyesi bularak tiyatroya giden ya da gazeteyi ondan bundan okuyan biri olduğunu anımsatan tedirgin bir bakışla kaçamak bana baktı:
“Öhö.. Demek ki etmiyor..”
“Ama hep bu ürünlerle gazeteler çıkıyor, kitaplar, tiyatro, televizyon oyunları, film senaryoları yazılıyor.”
“Beyefendi bunların sizin hastalığınızla ne ilgisi var?”
“Ben yazarım dedim ya.. Bu söylediklerimin hepsini yıllardır yaptım ve paramı alamadım..”
“Paranızı ben mi verecektim. Gidip alın..”
“Yani fikre, sanata karşı saygı yok..”
“Yoksa ben mi yok ettim beyefendi. Siz hastalığınızdan bahsedin.”
“Oturup geceyi gündüze katıp, kafanızı patlatarak bir oyun veya skeç yazıyorsunuz, bunu araklayıp beş kuruş vermeden oynuyorlar.”
“Ben mi oynuyorum kardeşim. Ben hayatımda tiyatroya bile iki defa gittim.”
“O da Cimri piyesine değil mi?”
“Nerden bildiniz?”
“Şimdi siz bir ruh doktoru olarak, böyle beyni sömürülmüş ve bunun huzursuzluğunu çeken birine ne tavsiye edersiniz?”
“Ben tavsiye falan etmem. Siz bana hastalığınızı söyleyin.”
Deminden beri anlattığım şeylerden bir bok çakmayan büyük ruh doktoruna ters ters baktım ve: “Ben kendimi çamaşır mandalı sanıyorum doktor, ne yapayım?” dedim. Doktor hemen, alıştığı bir derde hazırlanmış yanıtı patlattı:
“Kendini çamaşır sepetine at..”
“Sana bir şey diyeyim mi doktor, sen ruh doktoru değil su motoru bile olamazsın” dedim ve ordan çıktım. Kaldığım otel odasında makinamın başına geçtiğimde biraz rahatlamıştım. Bana kazık atan atmıştı, artık bununla uğraşacak ne halim ne keyfim vardı. İçilen rakının davası olmazdı. Başımı kaldırdım, düşündüm, gözümün önünden türlü hareketler, film sahneleri, tiyatro galaları, şovlar geçti. Ödenmemiş bonolar, yukardan atılan şeref çiçekleri gibi uçtu. Bir arabanın üstündeydim. Kiralık bir katil, gez, göz, arpacık, beni tam birbirini dikine kesen çizginin ortasına almış tetiğe basacaktı ki, burnu kaşındı ve attığını tutturamadı. Ben gene yazacaktım.. Çalacaklar, gene yazacaktım. Yaşamak için değil, yazmayı sevdiğim için yazacaktım.
Oh be!.. Konyaktan hızla çektim ve aklıma gelen bir yazının başlığını atmak için tuşlara vurdum..

9 Kasım 2010 Salı

"OLACAK" DA NEREYE KADAR GÖZÜM? HER YERİ "İNSAN KONSERVELERİ" SARDI. GERİYE KALAN DA AVM, HES VE KÖPRÜ.





Beton dediğin de bi yere kadar be annem. Bu memleketin gelecekteki üçerden bilmemkaç çocuğuna, soluycak temiz hava da lazım, temiz içme suyuyla tırmanacak ağaç da.
Yanlış mı konuşuyorum müdürüm.
Tamam ööleyse çekiliyim dök betonunu...

Bak ama bi daha söyliyelim tüylü dillerle;
"Son ağaç kesildiğinde, son nehir kirlendiğinde,son balık avlandığında; beyaz adam paranın yenmeyen birşey olduğunu anlayacak...."


3 Kasım 2010 Çarşamba

BALTALI İLAH ZAGOR TENAY'IN ÇİZERİ ŞEHRİMİZDE


30 Ekim 2010 Cumartesi günü açılan 29. İstanbul Kitap Fuarı bu yıl pek çok yabancı çizgi romancıyı konuk edecek. Bunlardan şüphesiz bizler için en ilginç isim Zagor'un çizeri Gallieno Ferri. Ferri 4 Kasım gecesi önce Kadıköy'de Kargaart'a sonra da 6 Kasım'da Tüyap'a konuk olacak...


MİZAHHABER- Zagor’un efsanevi çizeri Gallieno Ferri ve İtalya’nın önde gelen çizgi roman çizerleri 29. Tüyap İstanbul Kitap Fuarı kapsamında Türkiye'ye konuk oluyorlar. 29. İstanbul Kitap Fuarına başta efsane çizgi roman Zagor'un çizeri Gallieno Ferri olmak üzere; Gianfranco Manfredi, Moreno Burattini, Graziano Romani, Laura Scarpa, Marcello Toninelli, Diego Cajelli, Riccardo Burchielli ve Marco Schiavone konuk olarak katılacaklar. İtalyan çizgi roman çizerleri; 6 Kasım 2010 Cumartesi günü İstanbul Kitap Fuarı’nda düzenlenecek söyleşide okurlarıyla buluşacak. 6 Kasım Cumartesi Tüyap'ta Karadeniz Salonunda saat:18.30'da başlayacak olan söyleşide "Amerikan Çizgi Romanları ve Fumetti" konuşulacak. Bu söyleşiye; Gallieno Ferri, Gianfranco Manfredi, Laura Scarpa, Moreno Burattini, Diego Cajelli, Riccardo Burchielli, Marcello Toninelli ile Türk çizgi romancı Ersin Burak katılacaklar. Ancak Kadıköy'lüler TÜYAP'taki etkinlikten 2 gün önce Kadıköy Kadife Sokak'taki Kargaart'ta düzenlecek özel gecede Zagor'un çizeri Ferri ile tanışabilecekler.

4 KASIM GECESİ FERRİ KARGART'TA...

30 yaşın üstü, özellikle de 40 yaş üstü herkesin yaşamında epeyce önemli yer tutan çizgi romanlardan biri olan Zagor'un 81 yaşındaki çizeri Gallieno Ferri 4 Kasım Perşembe gecesi 1001 Roman Yayıncılığın organize ettiği gecede Kargart'a konuk olacak. Gecede İtalyan rock yıldızı Graziano Romani Zagor için çıkarttığı "Zagor King Of Darkwood" adlı albümünü canlı olarak seslendirecek. Geceye katılanlar bu konserin öncesinde Kargaart'taki Zagor sergisini gezebilecek ve Ferri'nin söyleşisini dinleyebilecek ve Ferri'ye Zagor imzalatma şansı bulabilecek...