Ayrılamayanlar İçin
Biliyordum, kolay ayrılamazlardı... O sırada bin okulda daha dalgalı düdüklü bin zil çalıyordu... Yurdun dört bir tarafındaki bu üniformasız saf ve iyi yürekli çetenin garip üyeleri... Soba kurumuyla yumurta akını karıştırıp kara tahta yapanlar, cücelerinden utanıp gizlice işporta tezgâhı açanlar, karın kestiği yolların sonunda gurbet çekenler, alemlerin en kahpe kurşunlarına gelenler... Onlar, hiçbirisi, kolay kolay cücelerinden ayrılamazlardı. Bin türlü hesabın, puşt tezgâhlarındaki milyon çeşit sırrın arasında, çocuklarla paylaştıkları çizmeli kedi sırrından başkaca değerli bir şeyleri yoktu...
Önce koridorlarda dolaştım uzun uzun. Duvarda asılı olan “Koşma!” yazısına inat, sessizce koştum.
Ethem Çalışkan’ın çizdiği Atatürk portrelerine baktım, "Sesimiz" duvar gazetesinde, “dolmakalemle çizgisiz dosya kâğıdına yazılmış” şiirleri okudum. Uzaklarda bir yerlerden gelen mandolin sesine kulak kabarttım... Ceplerimi karıştırıp, arkasına tükenmez kalem kapağı takılarak boyu uzatılmış, cüce kurşun kalemler aradım, düğme kadar, kararmış silgiler...
Bir sınıfın kapısı önünden geçerken içerideki öğretmenin “Tahtayı dinle!” sesine tutunup kimselere görünmeden, “geç kâğıdı getirmeden” sınıfa süzüldüm... Panoda asılı zaman şeridine baktım önce. İlkbahar, yaz, sonbahar, kış... Aynıydı işte, olduğu yerde akarak durup duruyordu...
Ben, ortalarda bi yerlerde oturuyordum. Elimde Çizmeli Kedi masal kitabı... Kedi niçün çizme giyer, olayı bir nedir tam olarak anlamıyordum ama, masal kitabını ezbere biliyordum. Kitabı ilk sayfasından açıp sonuna kadar aksaksız okuyomuş gibi yapıyordum. İşin gerçeğini bilmeyen sıra arkadaşlarım, benim okula gelmediğim halde hızla okuma yazmayı sökmüş olmamı annemin öğretmen oluşuna bağlıyorlardı... Oysa annem beni kendi öğretmenlik yaptığı ilkokula kaydettirirken, her şeyi ancak kendi öğretmenimden öğrenebileceğimi, kendisinin evde ve okulda beni öğrenci olarak asla tanımayacağını söylemişti... Ben de kendisine “Beni tanımayanı ben hiç tanımam” cinsinden bi laf sarfedip anlaşmamızı kendi dilimde onaylamıştım... Tam da o günlerde, ben defterime çeşitli yamuk şekiller çizip yazı alıştırması yaparak ev ödevimi tamamladıktan sonra, niyeyse evin damına çıkmış dolaşırken, bir inşaat kalasının üstündeki paslı çiviye bastım. Ama, bastım yani. Ööle bööle diil, topuğuma girmiş çividen kurtulmak için epey debelendiğimi anımsıyorum. Sonra uzun süre hastane hastane dolaşıp niyeyse o vakitler zor bulunan tetanos aşısından aradık. Sonunda, yaşamımdaki tüm yüzleri unutsam onunkini asla unutamayacağım hastabakıcı, kasap, marangoz karışımı bir adam, göbeğime adı geçen iğneyi zerketmek suretiyle beni günlerce ikibüklüm bıraktı... Tabii bu süre içerisinde okula gidemedim. Sınıf akadaşlarımdan çok önemli bir bölümü okuma yazmayı çatır çatır sökmüştü... Sanki hemen okulu bitirip doktor mühendis olmuşlar gibi bir hisse kapılmıştım. Fekat, anlaşmamız gereği anneme bu durumu açamıyor, konuyla ilgili hissiyatımdan habersiz salak bir komşumuzun hasta ziyaretinde bana “okursun” diye armağan ettiği Çizmeli Kedi’yi evirip çevirip resimlerinden masalı kestirmeye çalışıyordum... Sonraları beni ziyarete gelip gidenlere zorla kitabı okutmaya başladım. Bu o kadar sık tekrarlandı ki sonunda kitabı harfiyen ezberledim. Çivinin izleri ruh ve bedenimden silinip de yeniden okula başladığımda sınıfın en başarılı okur yazarlarının yanına kurulup itinayla yapraklarını açtığım Çizmeli Kedi’yi bi solukta okuyarak, annemle anlaşmamızdan haberdar olan öğretmenim Arife Hanım dahil herkesi şaşırtmıştım... Öğretmenimin “çizmesiz bir kediyi” bile asla okuyamadığımı anlaması uzun sürmedi tabii. Ama kimselere söylemedi. Ders çıkışlarında beni gizliden çalıştırıp, sınıfla aynı düzeye getirdi.
Topuğum... Yıllar önce çivinin battığı yer acıyor. Sınıfın kapısından doğru “tahtayı dinlemekten” vazgeçtim. Kulağım yine koridorda, Münir Ceyhan’ın hışırtılı plaklarından çocuk şarkıları duyuyorum... “Orda bir köy var uzakta” bu en bilineni... Oysa ben daha bir sürüsünü biliyorum. Okulun koridorlarında siyah önlüğümle “atom karınca” gibi koşuşurken hoparlörlerde bu plaklar çalıyordu. Yıllar sonra “Komiklik olsun için” o plakları annemle okul müdüründen istetip bi kasede kaydetmiştim. Dergide dinlerken en çok “Sokağa çıktım hapşu” ve “Dostum kibrit kutusu” adlı parçalara gülmüştük... Alt katta, “Müsammere salonu”ndayım şimdi... İkinci sınıfta felan, “ront” yapıyoruz... “Ben dağları, hem mor bağları aştım da sana geldim...” Dördüncü sınıfta, davul zurna, Antep’ten “Çebikli”yi oynuyoruz. Son sınıf. Aziz Nesin. Toros Canavarı kitabından Sakın Alma isimli öykü. İki perde. Abiniz baş rolde.
Aşı günlerinde ispirtolu pamuk kokusu, kitap kokusu, henüz açılmış kurşun kalem yongasının kokusu, suyu kesik tuvaletlerin musluklarından boruda kalan son suyu emerkenki pas ve kireç kokusu, kantinden yükselen sucuklu tost kokusu. Işıklar sonra... Öğleden sonraları, sınıfın camından süzülerek, geç yatmış çocukları kandırıp uykuya çağıran büyülü ışıklar, geç saatlerde dev karpuzlardan koridorlara dolan sarı ampul ışıkları. “Alan var, alamayan var” boya kalemleri, türlü çeşitli kalem kutuları, beslenme çantaları, su mataraları...
Geri vitese takmış bir tüp kamyonu, okul duvarından girip, benimki dahil herkesin çocukluğunu ezip geçiyor sandım. Kamyonların geri vites melodisi zannettiğim ses, dersin bittiğini belirten “zil” miş. Kâtibim çaldı, böğürdü, birini kestiler, bişey oldu, Münir Ceyhan’ı bıçakladılar... Üsküdar’a geri viteste gideriken koptu da bir hangırtı... Kâtibiniz, millieğitime ayrılan bütçeyle alınmış, tuhaf melodili, modern zille, “zaman şeridinde” daldığı yerden, on yaşından, fena halde uyandı.
Her sınıftan, yetmiş seksen tane, bir örnek “atom karınca” fırlayıp koridorlara doluştular... Delirmiş binlerce cüce gibi koşuşuyorlar. Annem... Otuz yılın sonunda, bugün okuldaki son dersini verdi. Sınıfın kapısında, dizini biraz aşan çocukların arasında, sanki yarı beline kadar dalgalı bir denizin ortasındaymış gibi duruyor. O çok sevdiği cücelerle uğraşırken artık sağlığı bozulmaya başladığı için, O’na baskı yapıp zorla emeklilik dilekçesi verdirttik. Son dersinin ardından üzülüp morali bozulmasın diye O’nu arabayla okuldan almaya geldim. “Hadi” diye birkaç işaret yaptım. Sonra birkaç tane daha... Ayrılamadılar ama...
Biliyordum, kolay ayrılamazlardı... O sırada bin okulda daha dalgalı düdüklü bin zil çalıyordu... Yurdun dört bir tarafındaki bu üniformasız saf ve iyi yürekli çetenin garip üyeleri... Soba kurumuyla yumurta akını karıştırıp kara tahta yapanlar, cücelerinden utanıp gizlice işporta tezgâhı açanlar, karın kestiği yolların sonunda gurbet çekenler, alemlerin en kahpe kurşunlarına gelenler... Onlar, hiçbirisi, kolay kolay cücelerinden ayrılamazlardı. Bin türlü hesabın, puşt tezgâhlarındaki milyon çeşit sırrın arasında, çocuklarla paylaştıkları çizmeli kedi sırrından başkaca değerli bir şeyleri yoktu...