BAG
BU, MİZAH YAZARLARI TARAFINDAN ÜRETİLEN BİR BLOG OLUP GAZETE ALINTILARI DIŞINDA YER VERİLEN HABERLER GERÇEK DEĞİLDİR.MİZAH ANLAYIŞI AYIRT ETME YETİSİ HENÜZ GELİŞMEMİŞ OLANLAR İÇİN ÇEŞİTLİ SAKINCALAR İÇERİYOR OLABİLİR. SİTEYE KATKIDA BULUNAN KİŞİLER, SAYFANIN SAĞ ALT BÖLÜMÜNDEKİ KÜNYEDE BELİRTİLMİŞTİR. TWİTTER'DA VE İNSTAGRAMDA HİÇ BİR ŞEKİLDE ŞUBEMİZ YOKTUR
23 Mart 2012 Cuma
Blog Tatilde.
Üstad Can Barslan'la beraber kalkıştığımız bazı bir takım senaryo işleri nedeniynen tatil şimdilik burası ara sıra kontrol etmeyi unutmayınız gene de...
15 Mart 2012 Perşembe
LEMAN KAPAA
(Bu haftaki Leman'ın İstanbul baskısı içinde tutuklu gazetecilerle dayanışma için hazırlanmış "Markopaşa" eki var)
14 Mart 2012 Çarşamba
LÜLEYUM AVM ALEVLER ARASINDA, AMELE ÇADIRLARININ İSLİ GÖLGESİNDE YEPYENİ BİR GONSEPTLE LÜLE LÜLE YÜKSELİYOR
BÖYLE LÜLE GÖRÜLMEDİ
Cehennem alevlerine sadece onbeş metre uzaklıkta konforlu alışverişin ileri teknolojili anıtı Luleum Towers AVM Yirmiikinci Yüzyılın kapılarını şimdiden aralıyor.
Not: Lülenin yapılması sırasında sobayla ısıtılan naylon şantiye çadırlarda yanarak ölen sigortasız işçilerin adları temsili olarak Luleum Towers'in katlarına verilmiştir...
Van'dan Bay Üzeyir'in anısına: Userium Food Floor
Ordu'dan Bay Satı'nın anısına: Sathı Cinema Center
Bitlis'ten Bay Aşur'un anısına: Aschur Tobacco Shop
13 Mart 2012 Salı
Onur Caymaz/ Söyle Katil: Yanarak Tükenir mi?
Hiç unutmuyorum. Yeşil kumaş kaplı koltukların insafı yoktur çünkü. Saksılarda kimi tozlu, su verilmemiş çiçeklerin acıması olmaz. Tül perdelerin ki kolayca yanarlar, vicdanı sızlamaz. Otel odalarının, kirli pencerelerin, tenha şehirlerin... Hiç unutmuyorum. Biliyordunuz tabii: Kan lekesi öyle kolay çıkmaz ama kolayca uçuşup dağılır rüzgârda kül.
Fakat unutmuyorum; saklı duruyor hatıra. Kimi zaman gelip vuruyor ağrısı. Canlı canlı insanlar yakılmıştı. Kara kalabalık, ellerinde taşları, çakmakları, yüzlerinde sakalları, gözlerinde intikam alevi, bağırıyorlardı. Çocuktum. Yaz akşamıydı. Balkon kapısı açıktı. Serindi. Dışarıdan patlıcan kızartması kokusu geliyordu, karpuz tabağındaki kırmızı suda çekirdeklerin gölgelendiği yaz akşamları.
Ne zaman şiir okusam, ne zaman bir şeyler için alt alta yazılmış dizelerin içtenliğine sığınsam; öyle ya benim en sevdiğim, Türkçe’nin yüz akı şairleriydi onlar; Metin Altıok, Behçet Aysan: Bir yanım acıyor... Bir ağabeyimi, gurbete çalışmaya gitmiş dayımı kaybetmişim tıpkı; kızına âşık olduğum komşu aile, evcek pikniğe gittiğimiz pazar günü sessiz sedasız taşınmış da eve dönmüşüz. Bütün apartmanda çürük diş gibi sızlıyor o boş daire. Koridorları çığlıklar geziniyor.
3 Temmuz 1993 günü, Madımak’ta, kaç kadın koynuna bir katil aldı diye düşünüyorum. Kaç çocuk eli isli, dumanlı babasının yanaklarından öptü... Hiç gece su içmeye giderken mutfağın ışığını yakınca yanık bir hayaletle karşılaşacağını düşünmedi mi yakanlar? Boş ev sızlıyor içimde. Karanlık leke. Bir arkadaşım, sizin hiç babanız yandı mı diye soruyor.
Altıok, yaralı olarak kurtulmuştu kimilerinin pek matahmış gibi her daim ortaya yaydığı “Ergenekon tertibi”, “Sivas tatsızlığı” Madımak’tan. Yangın durup dururken elektrik kontağından çıkmış gibi davranmaya tenezzül ediyorlardı. Ağızlarında tavsamış, kirli hoşgörü sözcüğüyle yaşıyordu kimileri. Taraf olmaktan, yana durmaktan şiddetle kaçınıyorlardı, bir gün birileri, bir iş için gerekebilirdi, bir komisyon başkanlığı, bir ihale, bir köşe yazarlığı, ne olursa artık: Yükseleceklerdi; bu yer onların yeri değildi! Hastaneye götürdüklerinde komadaydı oysa şair. Dumandan boğularak ölmüştü diyecekti sonradan biri! Hangi duman? Kimin dumanıydı o? Üstümüze kusulan karanlık hangi kutsal kitapta emredilmişti? Canlarımızın külünden kimin sevap hanesine bir artı konacaktı?
O kadar kötücül insanlardı ki tanı onları: Çürüyen et, damgasını vurmuştu alınlarına. Hem ortada bir ceset varsa yangın ya da duman ne fark ederdi: Şairse üstelik ölen, yoksulluklar içinde yaşadıysa sevdiği ülkesinde... Ne fark ederdi? Bu coğrafyada bazılarının mazisi hep suçlu aklayıp yalanına inanmakla, işbirlikçiliğin tarihiyle koşuttu. Bazıları da yakılıyordu hep işte: Kitaplar yakılıyordu, insanlar yakılıyordu ve bunca ateş meraklısı olanlar, bir de Zerdüşt’ü hakaret bilip ateşe tapmakla suçluyordu mağduru. Oysa çakmak onların elindeydi...
1976’da çıkan kitabı Gezgin’de Sis adlı bir şiiri vardı Altıok’un. “Sonunda kendime bir top yangın edindim”diyordu... “Ey şair, sen kara düşüncelerle tüten kara dumanla yandın...”. “Ve yanında kav taşıyan ben; / Tekinsizim size göre / İbret için yakılması gereken,” diye tarif etmişti “sen bu şiiri okurken ben başka bir şehirde ölürüm” diye okuduğu geleceğini. Çünkü kimi insanlar ne zaman biteceğini bilmese de her zaman nasıl olacağını biliyordu. Altıok yine: Öyle çok dostumun cenazesini taşıdım ki bir omzumun alçaklığı bundandır... Oysa asıl alçaklar tarafından öldürüldüğünde 52 yaşındaydı. Neden hep boş bir bardağa, yüksünmeden boynun eğer bir sürahi, diye sormuştu. Su dökülememiş, dökülmesine izin verilmemiş, cümle alemin gözü önünde küle kesmiş bir yangına seslenmişti... Boş bardakların önünde tüm kelimeleriyle yanıyordu.
Hatırlıyorum. Unutmadım hiç. Unutmayacağım da... Çünkü insafı yoktur gazetelerin, faşistlerin, çivili sözlerin...Otelin etrafını saran vatandaşlarımıza bir şey olmamıştır diyen bir Tansu Çiller’in; bir futbol maçında da bu kadar insan ölebilir diyen dönemin muhalefet lideri Mesut Yılmaz’ın... Fehmi Koru, 4 Temmuz 1993’te şunları yazıyordu: “Komik hikâyelere imza atan yazar Aziz Nesin, bu defa izleri uzun yıllar kalacak bir trajedinin kahramanı oldu. Sivas”ta ilk elde 35 kişinin ölümü, çok sayıda kişinin de yaralanmasıyla sonuçlanan arbede, onun merkezinde bulunduğu yoğun tahriklerle meydana geldi” Komik hikâyeler dediğine göre besbelli Nesin’i doğru dürüst okumamıştı. Surname adlı romanından haberi bile yoktu...
Sonraları usta kalem (!) Ahmet Turan Alkan 18 yıl boyunca aranıp da ölüsü yine Sivas’ta bulunan Cafer Erçakmak için Ah Be Abim başlıklı bir methiye düzecekti. Bu sinsi tavrı unutmuyorum. Bir şey yapacağımdan değil, bir yazar ne yapabilir ki yazmaktan başka... tarihe, zamana not düşmek için unutmuyorum. Kızım Nar bir gün “baba sen ne yaptın o zaman” dediği vakit, unutturmadım demek için... Bu soruyu sorman için didindim kızım demek için. O fena soru: Peki sen ne yaptın! Onlar yakılırken sen ne yaptın. Sorumluluk. İnsan sorumluluktur mu demişti Sartre?
Herkes suçsuzdu ama poşunun sıcak tutan kumaşından suçlar dikilip giydiriliyordu gencecik arkadaşlara. Metin Lokumcu eşkıya oluyordu. Pankart açan üniversiteliler mahkum ediliyordu. Yaşından fazla sayıda kurşun yiyen çocuklar hatırlıyorum. Masumlar ne anlatırlar yüzünde diye sormuştu Murathan Mungan, öyle yüzler, öyle hikâyeler. İs, duman, alev...
Hem karanlık değildi Madımak, niye yaktılar sahi? Behçet Aysan’ı hatırlıyorum. Oradaydı, solgun bir lambaydı ışıyan. Kaloriferlerin sadece koridorlarda yandığı Anadolu otellerinden birinin basamaklarına çökmüş, önünde yangın merdiveniyle... Elinde üç beş kırık şey, karşı koymaya çalışacaktı zalime. Eren vardı (kızına Eren adı koyan bir baba), ben vardım, Zeynep vardı, Ankara’nın havası kirli, soğuk sabahları, yazdığım iki üç kırık dökük yazı, eski dergiler, muayenehanesinde duran hasta dosyaları (Aysan doktordu)... Muhlis Akarsu vardı... Bir arkadaşımın türküleriyle büyüdüğü Hasret Gültekin vardı... Asım Bezirci vardı... Fakat onlar koca bir memleket gibi sıra sıra dizilmiş, ellerinde ateşlerle bekliyorlardı.
Behçet Aysan’ı anca ölünce tanıdım, griyle bildim onu. Ankaralının İstanbul’a gelişiyle, denizi görüşüyle bildim. O şaşkınlıkla. Bu dünyaya şaşırarak bakan insanlardan ne istiyorlardı: “Tam kalbin üstüne belki bir rüzgâr getirmiştir / o şimdi tankerlerin yanaştığı yıkık iskeleye / salacak, uzak bir anı olarak orda kalsın / kadife ceketim, ağız mızıkam ve on üç yaşım / hepsi orda kalsın çok uzak bir çağ olarak...” Bıyıklarını keserek ömrünü beş yıl daha uzatmaya çalışan kardeşim, diyordu Şükrü Erbaş, Aysan için. Bir serin su, bir mavi aydınlık, bir ince buğday sapı... Buğdaydan, ekmekten, haktan ne istiyorlardı?
Kim bilir? Belki de yanmakla tükeneceğini sanıyorlardı bu ülkenin güzel yüzlü evlatlarını. Yakarak biter sanıyorlardı. Çünkü insafı yoktur allayıp pullanmış cehaletin, çünkü kendinden korkuyor olmanın özsaygısı yoktur. Görgüsüzlüğün eski de olsa bir bilgisi olmaz. Van’daki deprem çadırlarından Hayata Dönüş Operasyonlarına, Sivas Katliamlarından işçi kıyımlarına kadar değişmiyor bu; yakıyorlardı.
Daha bu yazı aklıma düştüğü sabah, mart ayının buz gibi bir gecesinde, şehrin en soğuk yerlerinden birinde, eksi bir derecede çadırda kalan işçiler yanıyordu dünya başkentinde. Biz uyuyorduk oysa o sırada, rahattık. Huşu içinde o bitip tükenmeyen iğrenç alışverişlerimize giderken kaldırımda yatan açın üzerinden usulca atlayıp geçmemiz yeterdi unutmak için. Şairler, çocuklar, mazlumlar, ötekiler yanıyor, yakılıyordu. Umurunda değildi kimsenin. Çıkıp kirli demeçler veriliyor, televizyon programlarının manasız açıkoturumlarında insanlar harcanıyordu. Zamanaşımına uğratacaklar ve unutulacak sanıyorlardı.
Ne çocukları biliyordu ekmeğin, suyun kıymetini ne kendileri. Sofralarındaki zeytini para verip aldıkları için tamam belliyorlardı, lokmalarında insan eli vardı fakat; görmüyorlardı. İşleri güçleri inşaat olan, kibirden yanına yaklaşılmayanlar, Yunus’tan bahsedip de o canım adamın “için imaret olmadıkça dışındaki mamur nedir” dediğini duymamışlardı bile. Baraja, yola, güce tapıyorlardı, iktidar sarhoşluğu. Her şeyin fiyatını biliyorlar; hiçbir şeyin kıymetini bilmiyorlardı. Sözün, şiirin, ekmeğin, aşkın... Unutmayacağımızı bilmiyorlardı.
Katillerin çoğunun avukatlarının şu an iktidardaki bir partide, bu büyük milletin vekili olduğunu unutmuyoruz! Tarih bu kez kimseyi aklamayacak! Bu kez olsun belki hak yerini bulacak. Gözümüz açıktır ey dava! Ey zaman, zihnimiz taptazedir! Ey memleket, ey sınır, buradayız!
Koruduğunuz gibi aklamayı da deneyin, fark etmez!
Zamanın, insanlık suçunu aşabileceğine inanmıyoruz...
ONUR CAYMAZ
Fakat unutmuyorum; saklı duruyor hatıra. Kimi zaman gelip vuruyor ağrısı. Canlı canlı insanlar yakılmıştı. Kara kalabalık, ellerinde taşları, çakmakları, yüzlerinde sakalları, gözlerinde intikam alevi, bağırıyorlardı. Çocuktum. Yaz akşamıydı. Balkon kapısı açıktı. Serindi. Dışarıdan patlıcan kızartması kokusu geliyordu, karpuz tabağındaki kırmızı suda çekirdeklerin gölgelendiği yaz akşamları.
Ne zaman şiir okusam, ne zaman bir şeyler için alt alta yazılmış dizelerin içtenliğine sığınsam; öyle ya benim en sevdiğim, Türkçe’nin yüz akı şairleriydi onlar; Metin Altıok, Behçet Aysan: Bir yanım acıyor... Bir ağabeyimi, gurbete çalışmaya gitmiş dayımı kaybetmişim tıpkı; kızına âşık olduğum komşu aile, evcek pikniğe gittiğimiz pazar günü sessiz sedasız taşınmış da eve dönmüşüz. Bütün apartmanda çürük diş gibi sızlıyor o boş daire. Koridorları çığlıklar geziniyor.
3 Temmuz 1993 günü, Madımak’ta, kaç kadın koynuna bir katil aldı diye düşünüyorum. Kaç çocuk eli isli, dumanlı babasının yanaklarından öptü... Hiç gece su içmeye giderken mutfağın ışığını yakınca yanık bir hayaletle karşılaşacağını düşünmedi mi yakanlar? Boş ev sızlıyor içimde. Karanlık leke. Bir arkadaşım, sizin hiç babanız yandı mı diye soruyor.
Altıok, yaralı olarak kurtulmuştu kimilerinin pek matahmış gibi her daim ortaya yaydığı “Ergenekon tertibi”, “Sivas tatsızlığı” Madımak’tan. Yangın durup dururken elektrik kontağından çıkmış gibi davranmaya tenezzül ediyorlardı. Ağızlarında tavsamış, kirli hoşgörü sözcüğüyle yaşıyordu kimileri. Taraf olmaktan, yana durmaktan şiddetle kaçınıyorlardı, bir gün birileri, bir iş için gerekebilirdi, bir komisyon başkanlığı, bir ihale, bir köşe yazarlığı, ne olursa artık: Yükseleceklerdi; bu yer onların yeri değildi! Hastaneye götürdüklerinde komadaydı oysa şair. Dumandan boğularak ölmüştü diyecekti sonradan biri! Hangi duman? Kimin dumanıydı o? Üstümüze kusulan karanlık hangi kutsal kitapta emredilmişti? Canlarımızın külünden kimin sevap hanesine bir artı konacaktı?
O kadar kötücül insanlardı ki tanı onları: Çürüyen et, damgasını vurmuştu alınlarına. Hem ortada bir ceset varsa yangın ya da duman ne fark ederdi: Şairse üstelik ölen, yoksulluklar içinde yaşadıysa sevdiği ülkesinde... Ne fark ederdi? Bu coğrafyada bazılarının mazisi hep suçlu aklayıp yalanına inanmakla, işbirlikçiliğin tarihiyle koşuttu. Bazıları da yakılıyordu hep işte: Kitaplar yakılıyordu, insanlar yakılıyordu ve bunca ateş meraklısı olanlar, bir de Zerdüşt’ü hakaret bilip ateşe tapmakla suçluyordu mağduru. Oysa çakmak onların elindeydi...
1976’da çıkan kitabı Gezgin’de Sis adlı bir şiiri vardı Altıok’un. “Sonunda kendime bir top yangın edindim”diyordu... “Ey şair, sen kara düşüncelerle tüten kara dumanla yandın...”. “Ve yanında kav taşıyan ben; / Tekinsizim size göre / İbret için yakılması gereken,” diye tarif etmişti “sen bu şiiri okurken ben başka bir şehirde ölürüm” diye okuduğu geleceğini. Çünkü kimi insanlar ne zaman biteceğini bilmese de her zaman nasıl olacağını biliyordu. Altıok yine: Öyle çok dostumun cenazesini taşıdım ki bir omzumun alçaklığı bundandır... Oysa asıl alçaklar tarafından öldürüldüğünde 52 yaşındaydı. Neden hep boş bir bardağa, yüksünmeden boynun eğer bir sürahi, diye sormuştu. Su dökülememiş, dökülmesine izin verilmemiş, cümle alemin gözü önünde küle kesmiş bir yangına seslenmişti... Boş bardakların önünde tüm kelimeleriyle yanıyordu.
Hatırlıyorum. Unutmadım hiç. Unutmayacağım da... Çünkü insafı yoktur gazetelerin, faşistlerin, çivili sözlerin...Otelin etrafını saran vatandaşlarımıza bir şey olmamıştır diyen bir Tansu Çiller’in; bir futbol maçında da bu kadar insan ölebilir diyen dönemin muhalefet lideri Mesut Yılmaz’ın... Fehmi Koru, 4 Temmuz 1993’te şunları yazıyordu: “Komik hikâyelere imza atan yazar Aziz Nesin, bu defa izleri uzun yıllar kalacak bir trajedinin kahramanı oldu. Sivas”ta ilk elde 35 kişinin ölümü, çok sayıda kişinin de yaralanmasıyla sonuçlanan arbede, onun merkezinde bulunduğu yoğun tahriklerle meydana geldi” Komik hikâyeler dediğine göre besbelli Nesin’i doğru dürüst okumamıştı. Surname adlı romanından haberi bile yoktu...
Sonraları usta kalem (!) Ahmet Turan Alkan 18 yıl boyunca aranıp da ölüsü yine Sivas’ta bulunan Cafer Erçakmak için Ah Be Abim başlıklı bir methiye düzecekti. Bu sinsi tavrı unutmuyorum. Bir şey yapacağımdan değil, bir yazar ne yapabilir ki yazmaktan başka... tarihe, zamana not düşmek için unutmuyorum. Kızım Nar bir gün “baba sen ne yaptın o zaman” dediği vakit, unutturmadım demek için... Bu soruyu sorman için didindim kızım demek için. O fena soru: Peki sen ne yaptın! Onlar yakılırken sen ne yaptın. Sorumluluk. İnsan sorumluluktur mu demişti Sartre?
Herkes suçsuzdu ama poşunun sıcak tutan kumaşından suçlar dikilip giydiriliyordu gencecik arkadaşlara. Metin Lokumcu eşkıya oluyordu. Pankart açan üniversiteliler mahkum ediliyordu. Yaşından fazla sayıda kurşun yiyen çocuklar hatırlıyorum. Masumlar ne anlatırlar yüzünde diye sormuştu Murathan Mungan, öyle yüzler, öyle hikâyeler. İs, duman, alev...
Hem karanlık değildi Madımak, niye yaktılar sahi? Behçet Aysan’ı hatırlıyorum. Oradaydı, solgun bir lambaydı ışıyan. Kaloriferlerin sadece koridorlarda yandığı Anadolu otellerinden birinin basamaklarına çökmüş, önünde yangın merdiveniyle... Elinde üç beş kırık şey, karşı koymaya çalışacaktı zalime. Eren vardı (kızına Eren adı koyan bir baba), ben vardım, Zeynep vardı, Ankara’nın havası kirli, soğuk sabahları, yazdığım iki üç kırık dökük yazı, eski dergiler, muayenehanesinde duran hasta dosyaları (Aysan doktordu)... Muhlis Akarsu vardı... Bir arkadaşımın türküleriyle büyüdüğü Hasret Gültekin vardı... Asım Bezirci vardı... Fakat onlar koca bir memleket gibi sıra sıra dizilmiş, ellerinde ateşlerle bekliyorlardı.
Behçet Aysan’ı anca ölünce tanıdım, griyle bildim onu. Ankaralının İstanbul’a gelişiyle, denizi görüşüyle bildim. O şaşkınlıkla. Bu dünyaya şaşırarak bakan insanlardan ne istiyorlardı: “Tam kalbin üstüne belki bir rüzgâr getirmiştir / o şimdi tankerlerin yanaştığı yıkık iskeleye / salacak, uzak bir anı olarak orda kalsın / kadife ceketim, ağız mızıkam ve on üç yaşım / hepsi orda kalsın çok uzak bir çağ olarak...” Bıyıklarını keserek ömrünü beş yıl daha uzatmaya çalışan kardeşim, diyordu Şükrü Erbaş, Aysan için. Bir serin su, bir mavi aydınlık, bir ince buğday sapı... Buğdaydan, ekmekten, haktan ne istiyorlardı?
Kim bilir? Belki de yanmakla tükeneceğini sanıyorlardı bu ülkenin güzel yüzlü evlatlarını. Yakarak biter sanıyorlardı. Çünkü insafı yoktur allayıp pullanmış cehaletin, çünkü kendinden korkuyor olmanın özsaygısı yoktur. Görgüsüzlüğün eski de olsa bir bilgisi olmaz. Van’daki deprem çadırlarından Hayata Dönüş Operasyonlarına, Sivas Katliamlarından işçi kıyımlarına kadar değişmiyor bu; yakıyorlardı.
Daha bu yazı aklıma düştüğü sabah, mart ayının buz gibi bir gecesinde, şehrin en soğuk yerlerinden birinde, eksi bir derecede çadırda kalan işçiler yanıyordu dünya başkentinde. Biz uyuyorduk oysa o sırada, rahattık. Huşu içinde o bitip tükenmeyen iğrenç alışverişlerimize giderken kaldırımda yatan açın üzerinden usulca atlayıp geçmemiz yeterdi unutmak için. Şairler, çocuklar, mazlumlar, ötekiler yanıyor, yakılıyordu. Umurunda değildi kimsenin. Çıkıp kirli demeçler veriliyor, televizyon programlarının manasız açıkoturumlarında insanlar harcanıyordu. Zamanaşımına uğratacaklar ve unutulacak sanıyorlardı.
Ne çocukları biliyordu ekmeğin, suyun kıymetini ne kendileri. Sofralarındaki zeytini para verip aldıkları için tamam belliyorlardı, lokmalarında insan eli vardı fakat; görmüyorlardı. İşleri güçleri inşaat olan, kibirden yanına yaklaşılmayanlar, Yunus’tan bahsedip de o canım adamın “için imaret olmadıkça dışındaki mamur nedir” dediğini duymamışlardı bile. Baraja, yola, güce tapıyorlardı, iktidar sarhoşluğu. Her şeyin fiyatını biliyorlar; hiçbir şeyin kıymetini bilmiyorlardı. Sözün, şiirin, ekmeğin, aşkın... Unutmayacağımızı bilmiyorlardı.
Katillerin çoğunun avukatlarının şu an iktidardaki bir partide, bu büyük milletin vekili olduğunu unutmuyoruz! Tarih bu kez kimseyi aklamayacak! Bu kez olsun belki hak yerini bulacak. Gözümüz açıktır ey dava! Ey zaman, zihnimiz taptazedir! Ey memleket, ey sınır, buradayız!
Koruduğunuz gibi aklamayı da deneyin, fark etmez!
Zamanın, insanlık suçunu aşabileceğine inanmıyoruz...
ONUR CAYMAZ
12 Mart 2012 Pazartesi
Marko Paşa Yeniden Yayında!
(Vatan) Tek parti rejiminin efsanevi muhalefet dergisi Marko Paşa, gazetecilerin tutuklanmasını protesto amacıyla 66 yıl sonra "Ve Yine Marko Paşa" adıyla tekrar yayımlandı.
"Ahmet ve Nedim'in Arkadaşları - ANGA" tarafından hazırlanan ve Birgün gazetesiyle bugün dağıtıma verilen "Ve Yine Marko Paşa" adını Aziz Nesin ve Sabahattin Ali'nin Rıfat Ilgaz ve Mustafa Mim Uykusuz'un da desteğiyle çıkardıkları dergiden alıyor.
Tek sayı olarak basılan ve bugün dağıtıma verilen "Ve Yine Marko Paşa" için yapılan açıklama şöyle:
... VE YİNE Marko paşa
66 yıl sonra yine muhalefet etme sırası Marko paşa'ya düştü...
66 yıl sonra yine gerçekle mizahın, komediyle trajedinin arasındaki çizginin belirsizleştiği günlerde
yine Marko paşa çıktı meydana...
Biz Ahmet ve Nedim'in haksız, mesnetsiz, hukuksuz tutuklanmaları karşısında
kampanyaya başladığımızda 68 gazetecinin hapiste olduğundan söz ediyorduk.
Şimdi o rakam 105'e ulaştı...
Sadece gazetecilik görevini yapan insanların aralarındaki konuşmaları
örgüt davalarına konu olurken,
kitap taslağının yanına alınan notlar örgütsel talimat kabul edilirken
işin Marko paşa'ya düşmesi kaçınılmazdı elbette.
Yoksa nasıl anlatacaksınız ki?
"Çok acayip deliller var", "vahim iddialar var" denilen iddianameden
koca bir HİÇ çıkmasına rağmen arkadaşlarımızın tutukluluğunun devam etmesi karşısında,
daha ne yapsaydık, yapageldiklerimizden başka?
Ancak bu kez "mizah yazısı yok" Marko paşa'da...
ya da yaşanlar zaten mizah ve onu resmettik sadece.
İstedik ki, davanın 1 yıldır geldiği yeri bir kez daha gözden geçirelim hep beraber.
İstedik ki, bu vesileyle Marko paşa bir kez daha memleketin hali pür melalini resmetsin,
tarihe bir kayıt daha düşsün...
Bunun için ceza evindeki meslektaşlarımızdan: Zeynep Kuray'dan, Ahmet Şık'tan,
Nedim Şener'den, Barış Terkoğlu'ndan, Müyesser Yıldız'dan Marko paşa'ya gelen yazıları ekledik.
Ahmet Aziz Nesin ise Marko paşa'yı aradan geçen zamanda unutanlar için bir hatırlatma yaptı,
Marko paşa'ya can verenlerin çocuklarının / torunlarının neden "ve yine Marko paşa" demek zorunda kaldıklarını anlattı.
Arkadaşlarımızı ceza evine gönderen baskı ortamının diğer bedel ödeyenleri, işinden edilen gazeteci arkadaşlarımız,
Ece Temelkuran, Banu Güven, Ertuğrul Mavioğlu, kalemleriyle canına can kattı Marko paşa'nın.
Avukat Fikret İlkiz bu davanın ve bu tür davaların hukuken içinde bulunduğu açmasın resmini bir kez daha çekti.
Murat Sabuncu sevgili dostu Nedim Şener'e mektubunu Marko paşa'ya yazdı.
Timur Soykan 000KİTAP'ın yayına düşülen notları kaleme aldı...
12 Mart Pazartesi günü Birgün ile Türkiye'ye, Evrensel ile İstanbul'a dağıtılacak "ve yine Marko Paşa".
Çarşamba günü de Leman dağıtacak Marko paşa'ları İstanbul baskında, sayıca yetişebildiğimiz kadarını.
Velhasılı kelam, biz derdimizi Marko paşa'ya anlatmayı sürdürecek miyiz?
Bakalım Merhumpaşa, Malumpaşa, Yedi-Sekiz Hasan Paşa,
Hür Marko Paşa, Bizim Paşa, Ali Baba ve Kırk Haremiler'e sıra gelecek mi?
Kim bilir?.
Ahmet Ve Nedim'in Gazeteci Arkadaşları
ANGA
"Ahmet ve Nedim'in Arkadaşları - ANGA" tarafından hazırlanan ve Birgün gazetesiyle bugün dağıtıma verilen "Ve Yine Marko Paşa" adını Aziz Nesin ve Sabahattin Ali'nin Rıfat Ilgaz ve Mustafa Mim Uykusuz'un da desteğiyle çıkardıkları dergiden alıyor.
Tek sayı olarak basılan ve bugün dağıtıma verilen "Ve Yine Marko Paşa" için yapılan açıklama şöyle:
... VE YİNE Marko paşa
66 yıl sonra yine muhalefet etme sırası Marko paşa'ya düştü...
66 yıl sonra yine gerçekle mizahın, komediyle trajedinin arasındaki çizginin belirsizleştiği günlerde
yine Marko paşa çıktı meydana...
Biz Ahmet ve Nedim'in haksız, mesnetsiz, hukuksuz tutuklanmaları karşısında
kampanyaya başladığımızda 68 gazetecinin hapiste olduğundan söz ediyorduk.
Şimdi o rakam 105'e ulaştı...
Sadece gazetecilik görevini yapan insanların aralarındaki konuşmaları
örgüt davalarına konu olurken,
kitap taslağının yanına alınan notlar örgütsel talimat kabul edilirken
işin Marko paşa'ya düşmesi kaçınılmazdı elbette.
Yoksa nasıl anlatacaksınız ki?
"Çok acayip deliller var", "vahim iddialar var" denilen iddianameden
koca bir HİÇ çıkmasına rağmen arkadaşlarımızın tutukluluğunun devam etmesi karşısında,
daha ne yapsaydık, yapageldiklerimizden başka?
Ancak bu kez "mizah yazısı yok" Marko paşa'da...
ya da yaşanlar zaten mizah ve onu resmettik sadece.
İstedik ki, davanın 1 yıldır geldiği yeri bir kez daha gözden geçirelim hep beraber.
İstedik ki, bu vesileyle Marko paşa bir kez daha memleketin hali pür melalini resmetsin,
tarihe bir kayıt daha düşsün...
Bunun için ceza evindeki meslektaşlarımızdan: Zeynep Kuray'dan, Ahmet Şık'tan,
Nedim Şener'den, Barış Terkoğlu'ndan, Müyesser Yıldız'dan Marko paşa'ya gelen yazıları ekledik.
Ahmet Aziz Nesin ise Marko paşa'yı aradan geçen zamanda unutanlar için bir hatırlatma yaptı,
Marko paşa'ya can verenlerin çocuklarının / torunlarının neden "ve yine Marko paşa" demek zorunda kaldıklarını anlattı.
Arkadaşlarımızı ceza evine gönderen baskı ortamının diğer bedel ödeyenleri, işinden edilen gazeteci arkadaşlarımız,
Ece Temelkuran, Banu Güven, Ertuğrul Mavioğlu, kalemleriyle canına can kattı Marko paşa'nın.
Avukat Fikret İlkiz bu davanın ve bu tür davaların hukuken içinde bulunduğu açmasın resmini bir kez daha çekti.
Murat Sabuncu sevgili dostu Nedim Şener'e mektubunu Marko paşa'ya yazdı.
Timur Soykan 000KİTAP'ın yayına düşülen notları kaleme aldı...
12 Mart Pazartesi günü Birgün ile Türkiye'ye, Evrensel ile İstanbul'a dağıtılacak "ve yine Marko Paşa".
Çarşamba günü de Leman dağıtacak Marko paşa'ları İstanbul baskında, sayıca yetişebildiğimiz kadarını.
Velhasılı kelam, biz derdimizi Marko paşa'ya anlatmayı sürdürecek miyiz?
Bakalım Merhumpaşa, Malumpaşa, Yedi-Sekiz Hasan Paşa,
Hür Marko Paşa, Bizim Paşa, Ali Baba ve Kırk Haremiler'e sıra gelecek mi?
Kim bilir?.
Ahmet Ve Nedim'in Gazeteci Arkadaşları
ANGA
8 Mart 2012 Perşembe
8 Mart Nedeniynen Sıdıka
Sıdıka Kaçınca...
- Gitti işte, sonunda gitti... Sıdıkaam, tuhaf kızım benim, bizi koyup
nerelere gittin... Hep senin yüzünden, yerli yersiz hırpalama dedim şu kızı...
Baba diil sumo güreşçisi... Kına yak, zilleri tak çıkı çıkı yap...
- Vırıldama be kadın! Sanki bütün kabahat bende... Dünya alem biliyo,
maalesef anormal bi kızımız var... Normal bi kız gibi evden bile kaçamıyo... Şu
bıraktığı mektuba bak; “Birleşmiş Milletler’e baskı yapmaya gidiyorum”.
- Fena mı. Gayet manalı bi kaçış... Artist olmak için kaçıcağına diplomat
olmak için kaçıyo...
- Aynı kızın gibi konuştun... Bi daha bu evde diplomat lafı geçmiycek
çarptım mı ottururum.
- Vur be... Vur, ne duruyosun? Çarpsana hadi, kızı da çarpa çarpa kaçırdın
zati... Manyeto kılıklı herif... Baba diil, çarpan balık... Vatos...
- Kadın, gelme üstüme vallahi doğrarım seni... İlk bıçakla çan, ikinci
bıçakla çun... Ça ça çaan.
- Umurumdaydı sanki, doğrarsan doğra... Gül gibi kızım evden kaçtı...
- Boşuna telaşlanıyosun... Daha önce de “Pentagon’a gidiyorum” diye not bırakmıştı...
Zeytinburnu’ndaki Cavidan Halası’na gitmiş, üç gün sonra döndü...
- Sen öyle zannet... O vakit, Macaristan sınırında yakalandıydı... Sen
sinirlenip kızı dövmiyesin diye, ben bir “Cavidan Hala” yalanı uydurdum... Bi
keresinde de Maastrich Zirvesi’ne gitmeye kalkıştı, taksi tutup bindiği otobüsü
Adapazarı’nda çevirttirdim... Onu da senden sakladık...
- İyi halt etmişin... Saklaya saklaya kızı bu hale sen soktun zaten...
- Benim ne kabahatim var ayol... Kızın yaradılışı bööyle... Daha ilkokul
dörtteyken öğretmenine “Sivas kongresi bitmiş midir, oraya gitmek istiyorum...
Memleketin istikbaliyle ilgili müthiş fikirlerim var” demişti... Biz de kızı
bidaha okula yollamadık, “cin tuttu” diye hocaya götürdük... Keşki okula
gitseydi, bitirip konsolos olurdu... İçinde kaldı yavrucağın, ondan böyle
tuhaf...
- Naapalım, okutamadık işte... Zengin olsaydık papatyalık filan yapardı...
Yavrucak, pencere önü çiçeği...
- Geçen gün mutfakta kızcağızı koca bir havuçla joplarken bööle demiyodun
ama... Nazi şey... Baba diil, kontrgerillanın sivil uzantısı.
- Kız ne diyosun sen sabahtan beri abuk subuk. “Baba diil, Sumo güreşçisi,
çarpan balık, vatos, manyeko, kontrplak, siğil uzaylısı” filan... Nası
lakırdılar onlar ööle?
- Aman ne biliim Sıdıkacığımın lafları... Sen hırpalayınca, ööle yüzükoyun
yatağına uzanır, ağlaya ağlaya bu lafları söylerdi... Aah benim boncuk gözlü
kızım... Keşke burda olsaydı, cim cim konuşurdu, anlar, anlamaz dinlerdik...
Kanarya sesi gibi... Hep senin yüzünden, kızı bakkala bile yollamıyodun, bak
şimdi sınırötesi operasyon gerekiyo...
- Ben bakkala gitmesin diye O’nun iyiliği için söylüyodum bikere... Kanal
Market olayı çıktı, bi telefon ediyosun eve kadar getiriyolar...
- Hadi ordan kıvırma şimdi... Demogog şey.
- Kaltak!
- Demogog!
- Büzerim senin o ağzını... Bilip bilmeden sövülmez kocaya...
- Vatos...
- Kim?
- Götoş...
- Nea? Eh ulan ben seni şimdi, çan çun...
* * *
- Ay kız, vallahi adam baba diil insanlık dramı... Şuna bak, annemi ne hale sokmuş. Kız anne... Du yu hiır mi? Benim, kızın Sıdıka.
Boncuk gözlü, tuhaf kızın... Aman, tamam küssün galiba... Öpiim barışalım... Bi
koşu Birleşmiş Milletler’e gidip gelicektim, ne biliim babamın seni alçıya
aldırtıcağını... Acıyo mu? Hep bu Sırplar yüzünden... Birleşmiş Milletler de
tuttu önce Somali’ye gidiyo... Bakalım bizimkiler naapıcak? Ona göre bi
politika belirliycem... Şimdilik BM’ye gitmeyi erteledim... Fakat görürsün bu
Sırplar Makedonları da rahat bırakmaz... Bölgenin yeni haritası bence şöyle
olucak... Bi saniye uzat, alçının üstüne çizicam...
- Kız harita filan çizme... Baban görürse yeniden kırar, ikimizi birden
bitkisel hayata sokar bi daha da çıkarmaz... Yapma evladım, uğraşma şöyle
şeylerle... Aklına geldikçe “Enuzubillahişeytaniracim” de... Spor yap, şnav
çek... Kıyma bize...
Ebekulak/İletişim Yayınları
7 Mart 2012 Çarşamba
6 Mart 2012 Salı
5 Mart 2012 Pazartesi
5 ilde vatandaşları cennetten yer vereceklerini söyleyerek yaklaşık 6 milyon lira dolandırdığı iddia edilen 6 kişi gözaltına alındı.
ANTALYA - Antalya Asayiş Şube Müdürlüğü Yankesicilik ve Dolandırıcılık Büro Amirliği ekipleri, dini inançları kullanarak dolandırıcılık yaptığı öne sürülen zanlılara yönelik iki aylık teknik ve fiziki takibin ardından operasyon düzenledi.
Antalya, Hatay, Kırıkkale, Çankırı ve Ankara'da eş zamanlı düzenlenen operasyonlarda, örgütün lideri olduğu öne sürülen F.K. ile eşi N.K, doktor olduğu öğrenilen A.C.Y. ile A.Y, U.T. ile F.Y. gözaltına alındı.
F.K'nin, önceki hayatında Veysel Karani olduğunu söyleyerek vatandaşları ''Cennetten size yer vereceğiz'' vaadiyle dolandırdığı öne sürüldü. (Ntvmsnbc)
SENİN TAPU MAYMUNLAR CEHENNEMİNDEN ÇIKTI REŞAT DAYI
TIRTIKÇI TELEFONCULAR
Reklam, tanıtım felan için ota foka zar zar arayan Telekom, nasıl oluyorsa, aboneleri geçmişten kaldığını iddia ettiği kapatılmış telefon borçları konusunda uyarmıyor. Onun yerine sessiz sedasız biriken "alacaklarını" tahsilatçı bir hukuk firmasına "devrediyor" Yıllar sonra bi avukatlık bürosundan aradıklarını söyleyip size yıllarca faiz işletilmiş, hiç haberinizin olmadığı bir borcunuzunun varlığından söz ediyorlar. Bu durum pek çok tanıdığımın başına geldi. Son olarak Ayber Gedikoğlu'nun başına gelmiş ve kendisi face'de şu grubu açmış:
http://www.facebook.com/groups/152663111521784/
2 Mart 2012 Cuma
İKİ TIR DOLUSU KAÇAK EFEKT HOLLYWOOD FİLMLERİNİ ARATMAYAN BİR OPERASYONLA ELE GEÇİRİLDİ!
BAG Özel Haber
Türk Dil Kurumu'nun ihbarı üzerine Halkalı Gümrüğü'nde ele geçirilen yabancı efektler, dilimize girmeden yakalandı. Konuyla ilgili açıklama yapan bir yetkili "Super bi iş başarıldı. Olayın bekraundunda Dil Kurumu içinde yerleşmiş bir çete organizasyonundan kuşkulanıyoruz. Maalesef yabancı sözcük işgali tüm dünya dilleri için de fakto bir durum. Daha geçen gün ülkemize deniz yoluyla sokulmaya çalışılan dörtbinyediyüz civarında regular ve irregular fiil ile beraber yedi ton dabılyu ele geçirildi. Ancak operasyonlarımız tüm hızıyla sürecek, sekiz ribaund bir asistle skorer olacağız" dedi.
Türk Dil Kurumu'nun ihbarı üzerine Halkalı Gümrüğü'nde ele geçirilen yabancı efektler, dilimize girmeden yakalandı. Konuyla ilgili açıklama yapan bir yetkili "Super bi iş başarıldı. Olayın bekraundunda Dil Kurumu içinde yerleşmiş bir çete organizasyonundan kuşkulanıyoruz. Maalesef yabancı sözcük işgali tüm dünya dilleri için de fakto bir durum. Daha geçen gün ülkemize deniz yoluyla sokulmaya çalışılan dörtbinyediyüz civarında regular ve irregular fiil ile beraber yedi ton dabılyu ele geçirildi. Ancak operasyonlarımız tüm hızıyla sürecek, sekiz ribaund bir asistle skorer olacağız" dedi.
1 Mart 2012 Perşembe
ÇAKTIRMADAN YENİ Bİ "KATKI PAYI" DAHA...
Aile hekimleri reçetelerinden katkı payı alınmasının ardından şimdi de raporlu ilaçlardan katkı payı alınması gündemde. Kalp, tansiyon, kolestrol, şeker gibi kronik hastalıklar için kullanılan ilaçlardan da yüzde 3 ila 5 oranında katılım payı alınabilecek. Böylece aylık 100 liralık ilaç kullanımı gerektiren bir kronik hastalığı olan vatandaş, 5 lira katkı payı ödemek zorunda kalabilecek. (Hürriyet)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)