BU, MİZAH YAZARLARI TARAFINDAN ÜRETİLEN BİR BLOG OLUP GAZETE ALINTILARI DIŞINDA YER VERİLEN HABERLER GERÇEK DEĞİLDİR.MİZAH ANLAYIŞI AYIRT ETME YETİSİ HENÜZ GELİŞMEMİŞ OLANLAR İÇİN ÇEŞİTLİ SAKINCALAR İÇERİYOR OLABİLİR. SİTEYE KATKIDA BULUNAN KİŞİLER, SAYFANIN SAĞ ALT BÖLÜMÜNDEKİ KÜNYEDE BELİRTİLMİŞTİR. TWİTTER'DA VE İNSTAGRAMDA HİÇ BİR ŞEKİLDE ŞUBEMİZ YOKTUR
31 Aralık 2010 Cuma
30 Aralık 2010 Perşembe
Bir sahtekâr olarak hayat...
Otuzların ortasından sonrası biraz zormuş. “Diğerleri gibi yakasına” giden o köprüden önceki son çıkış geçildikten sonra işler biraz zahmetliymiş. Sen “sonu pek belli olmayanlar” yakasındasın şimdi. Bizim yaka, diğerlerinin izlemeye bayıldığı bir filmdir aslında, bakma. Bilhassa ve en çok da köprüden son anda kendilerini öte tarafa atanlar merak ederler sonumuzu. Bu yüzden biz, köprünün öte tarafının fotoromanıyızdır biraz. Karşı tarafın kendisi hakkında “Aman canım iyi ki...” diye başlayıp hayatı ucuz atlatmanın ferahlamasıyla okudukları. Biz, hayatı hiç ucuz atlatamayız.
DEBDEBE VE VESVESE
Otuzların ortasını geçince yol stabilize. Maceralı gençliğin debdebesinin yerini pek o kadar da macera istemediğin orta yaşın vesvesesi almaya başladığında insanın kalbi çiçek bozuğu oluyor biraz.Daha önce “Ya beceremezsem” diye korkuyorsun da otuzların ortasını geçince bu korkuyla koşturup durmaktan dalağın şişmiş oluyor, böğründe kalp gibi atan tuhaf bir sancı. Artık “Ya beceremezsem” diye korkmuyorsun, hasbelkader becermiş oluyorsun zaten ne becereceksen. İnsan artık “Ya hayattan alacaklı kalırsam” diye korkuyor. Hayatın kendilerine borçlu olduğunu hisseden ihtiyarlar beni çok içlendiriyor bu yüzden. Çok pis bir dolandırıcının eline düşmüş zavallılar gibi öfkelerini nereden çıkaracaklarını bilmiyorlar. O devamsızlık tatsızlaştırıyor son yıllarını. Otuzların ortasını geçince işte onlar gibi ihtiyarlamaktan korkmaya başlıyorsun. Ne acayip! Daha dün 16 yaşındaydın.
SEÇMEYE ZAMAN MI VARDI?
Daha dün 16 yaşındaydın gibi hissettiğine göre demek ki yalandı. Her şey bizim seçimimiz, bu yolu biz seçtik meselesi yani, palavra. Çünkü hiçbir şey seçmeye vakit yoktur aslında. Kalbinde yazılı, kendinin de o anda okuyamadığı, sonra bakınca söktüğü bir yazı, bir bilgi var. Ne seçeceğini sen biliyorsun ama aklınla ilgili bir şey değil bu. Akla zaman mı vardı? Daha dün 16 yaşındaydın diyorum! Bugüne gelene kadar arada ne oldu? Bu aynı zamanda geri kalan ömrün de aynı hızda geçeceğini mi gösteriyor? Biz “bugün” adlı noktada durup zamanın olmayan iki ucunu arayan biçareler miyiz aslında? Şu anlaşılıyor otuzların ortası geçince işte: Hayat diye bir uzunluk birimi yoktur!
KOŞARAK YAŞLANMAK
Bizim gibilerin nasıl yaşlanacağı belli değil. En çok bu bakımdan dolandırıldık sanırım. Kalbin emniyeti için hasis duygusal yatırımlarımızı yapmadık. Hayatımızın güvenliği için insanları ölçüp biçip biriktirmedik. Ruhsal emekliliğimiz için kenara, tatsız olsa da sağlam diye ilişkiler koymadık. Vaktiyle sıkılanlar, sıkıcı olanlar, şimdi bireysel emeklilik maaşlarını alıyorlar hayattan. “Hiçbir şey” diye bir şey yapıyorlar, dediklerine bakılırsa pek konforlu. Biz bomboş bir mevduat hesabıyla dikiliyoruz hayatın ortasında, istemediğin kadar bireysel bir mevduat hesabı bu. Demek ki bu yüzden hâlâ koşturarak ve yaşlılığı fena bir melodrama dönüştüren bir telaşla yaşıyor hayattan alacaklı olduğuna inanan ihtiyarlar...
CEPLERİNİ YOKLA KARDEŞ!
Son tahlilde bakıldığında elimizde ne var? Tek bir sıkı kartımız var elimizde, o da hikâyeler. Kimselerinkine benzemeyen, her anlatıldığında karşı yakadakileri imrendiren, hatta bazen hasetten deliye döndüren hikâyelerimiz var. Bizdeki mamelek bundan ibaret. Tek başına hastaneye gitmek zorunda kaldığında ya da yazları kalabalık masalarda karışık kızartmaya sarımsaklı yoğurt dökülürken ve sen kenardan geçerken bu hikâyeleri düşün. Yalnız başına yola çıkmış her yolcunun yaptığı gibi ferahlamak için sık sık hikâye dolu ceplerini yokla. Hayat bir sahtekâr dolandırıcı. Ve sen bunu 16 yaşında bilmiyor değildin. Bilmediğin tek şey, köprüden önceki son çıkışın tepesine tabela koymadıklarıydı namussuzların. Ceplerini yokla şimdi, yürümeye devam et. Bari sen bizim gibiler için bu filmin iyi bitebileceğini ispat et.
DEBDEBE VE VESVESE
Otuzların ortasını geçince yol stabilize. Maceralı gençliğin debdebesinin yerini pek o kadar da macera istemediğin orta yaşın vesvesesi almaya başladığında insanın kalbi çiçek bozuğu oluyor biraz.Daha önce “Ya beceremezsem” diye korkuyorsun da otuzların ortasını geçince bu korkuyla koşturup durmaktan dalağın şişmiş oluyor, böğründe kalp gibi atan tuhaf bir sancı. Artık “Ya beceremezsem” diye korkmuyorsun, hasbelkader becermiş oluyorsun zaten ne becereceksen. İnsan artık “Ya hayattan alacaklı kalırsam” diye korkuyor. Hayatın kendilerine borçlu olduğunu hisseden ihtiyarlar beni çok içlendiriyor bu yüzden. Çok pis bir dolandırıcının eline düşmüş zavallılar gibi öfkelerini nereden çıkaracaklarını bilmiyorlar. O devamsızlık tatsızlaştırıyor son yıllarını. Otuzların ortasını geçince işte onlar gibi ihtiyarlamaktan korkmaya başlıyorsun. Ne acayip! Daha dün 16 yaşındaydın.
SEÇMEYE ZAMAN MI VARDI?
Daha dün 16 yaşındaydın gibi hissettiğine göre demek ki yalandı. Her şey bizim seçimimiz, bu yolu biz seçtik meselesi yani, palavra. Çünkü hiçbir şey seçmeye vakit yoktur aslında. Kalbinde yazılı, kendinin de o anda okuyamadığı, sonra bakınca söktüğü bir yazı, bir bilgi var. Ne seçeceğini sen biliyorsun ama aklınla ilgili bir şey değil bu. Akla zaman mı vardı? Daha dün 16 yaşındaydın diyorum! Bugüne gelene kadar arada ne oldu? Bu aynı zamanda geri kalan ömrün de aynı hızda geçeceğini mi gösteriyor? Biz “bugün” adlı noktada durup zamanın olmayan iki ucunu arayan biçareler miyiz aslında? Şu anlaşılıyor otuzların ortası geçince işte: Hayat diye bir uzunluk birimi yoktur!
KOŞARAK YAŞLANMAK
Bizim gibilerin nasıl yaşlanacağı belli değil. En çok bu bakımdan dolandırıldık sanırım. Kalbin emniyeti için hasis duygusal yatırımlarımızı yapmadık. Hayatımızın güvenliği için insanları ölçüp biçip biriktirmedik. Ruhsal emekliliğimiz için kenara, tatsız olsa da sağlam diye ilişkiler koymadık. Vaktiyle sıkılanlar, sıkıcı olanlar, şimdi bireysel emeklilik maaşlarını alıyorlar hayattan. “Hiçbir şey” diye bir şey yapıyorlar, dediklerine bakılırsa pek konforlu. Biz bomboş bir mevduat hesabıyla dikiliyoruz hayatın ortasında, istemediğin kadar bireysel bir mevduat hesabı bu. Demek ki bu yüzden hâlâ koşturarak ve yaşlılığı fena bir melodrama dönüştüren bir telaşla yaşıyor hayattan alacaklı olduğuna inanan ihtiyarlar...
CEPLERİNİ YOKLA KARDEŞ!
Son tahlilde bakıldığında elimizde ne var? Tek bir sıkı kartımız var elimizde, o da hikâyeler. Kimselerinkine benzemeyen, her anlatıldığında karşı yakadakileri imrendiren, hatta bazen hasetten deliye döndüren hikâyelerimiz var. Bizdeki mamelek bundan ibaret. Tek başına hastaneye gitmek zorunda kaldığında ya da yazları kalabalık masalarda karışık kızartmaya sarımsaklı yoğurt dökülürken ve sen kenardan geçerken bu hikâyeleri düşün. Yalnız başına yola çıkmış her yolcunun yaptığı gibi ferahlamak için sık sık hikâye dolu ceplerini yokla. Hayat bir sahtekâr dolandırıcı. Ve sen bunu 16 yaşında bilmiyor değildin. Bilmediğin tek şey, köprüden önceki son çıkışın tepesine tabela koymadıklarıydı namussuzların. Ceplerini yokla şimdi, yürümeye devam et. Bari sen bizim gibiler için bu filmin iyi bitebileceğini ispat et.
29 Aralık 2010 Çarşamba
28 Aralık 2010 Salı
YENİYILDA EN SÜSLÜ AVM BİZİM. ŞORŞAKLAR ALIŞ VERİŞ MERKEZİ...
*Trilyon tane minik ampul yaktık, geyik koyduk, dolap dönderdik. Büyük çam var, yanar döner.
* Yeni yıl atmosferine uygun olsun diyin suni kar yağdırdık. Stofordan altıgen şekilli kar taneleri yapıp misinaynan AVM'nin tepesinden sarkıttık.
* Çok enteresan şeyler bunnar, her sene yap yap doyamıyoruz.
* Depoda bir çok kırmızı kalp var. Onları şimdik asmadık, sevgililer gününde sarkıtacaz misinaynan...
* Öten güvenlik kapısının yanında duran güvenlikçi vardı bi tane, Kâmuran. Hah işte o öten kapıdan aralıksız radyasyon ala ala kanser olup öldü. Cesedini depoda kurutuyoruz, Zombiler Günü'nde de onu sarkıtacaz misinaynan.
* Yeni yıl atmosferine uygun olsun diyin suni kar yağdırdık. Stofordan altıgen şekilli kar taneleri yapıp misinaynan AVM'nin tepesinden sarkıttık.
* Çok enteresan şeyler bunnar, her sene yap yap doyamıyoruz.
* Depoda bir çok kırmızı kalp var. Onları şimdik asmadık, sevgililer gününde sarkıtacaz misinaynan...
* Öten güvenlik kapısının yanında duran güvenlikçi vardı bi tane, Kâmuran. Hah işte o öten kapıdan aralıksız radyasyon ala ala kanser olup öldü. Cesedini depoda kurutuyoruz, Zombiler Günü'nde de onu sarkıtacaz misinaynan.
ŞORŞAKLAR ALIŞVERİŞ MERKEZİ. HEDİYE ALMAYI SON GÜNE BIRAKMAYIN!YANINIZDA PARA GETİRİN...
27 Aralık 2010 Pazartesi
"BALIK DEMİŞ Kİ; BEN ÖLDÜKTEN SONRA DERİN GÖLLERİ İSKERTEYİM!"
Balık demiş ki: "Ben öldükten sonra derin gölleri mikeyim" böyle bir argo deyiş var.
Kimileri kanmak bilmeyen bir iştahla çatır çatır etraflarına beton dışkılayıp denizleri ırmakları boz bulanık sulara çevirirken, endemik (Yalnızca bu topraklarda yetişen, dünyanın başka yerinde bulunmayan) bitkilerin üzerinde "duple yol" geçirirlerken, telli turnaların, balıkların köküne kıran sokarken böyle düşünüyorlar heralde.
Yani "Ben öldükten sonra..." diyorlar...
AVM ve GSM manyetiğinde, GDO lu ürünlerle yeşil görmeden balık yimeden büyüyen deli torunları (Üçer yavrıdan ortalama dokuz deli torun) onlara yaşamlarının son günlerini zehir edebilecek şekilde tohumlanıyor halbuki.
Bu denli hırs ve açgözlülükle zehirli bir bakteri gibi durmadan yetiştiği toprakları yiyenler, herşeyin "bittiği" günlerin uzakta, kendi yaşamlarının dışında bir tarihte olduğunu sanıyorlar.
Oysa bu tüketim ve bozunma hızıyla o günler pek yakın.
Dört tane telli turna kaldı.
Lüfer beş on yıla son nefesini verecek.
Arılar hâla kayıp...
Bozunma hızının farkında olmalısınız.
Deli torunları onları yalnızca kirli, gri bir gökyüzünün görünebildiği dev bir gökdelenin tepesine kitleyip, son kalan dişleriyle kemirsinler diye önlerine plastik parçaları atacaklar.
Deli torunlarınızı unutmayın.
23 Aralık 2010 Perşembe
13 Aralık 2010 Pazartesi
SİLAH REKLAMLARI SERBEST OLUCAK MADEM 2: SIKÖL'LE KÖKTEN TEMİZLİK...
SİLAH REKLAMLARI SERBEST OLUCAK MADEM: EŞŞOĞLEŞŞEK SİLAHÇILIK İFTİHARLA TAKDİM EDER!
SİLAH BİZİM İŞİMİZ. ŞIK ZARİF VURUCU. BIRAKIN SİZİ SİLAHLANDIRALIM
* 24 Saat açık showroomlarımızda istediğiniz kadar sıkma imkanı...
* 750 araç kapasiteli kurşungeçirmez otopark...
* Siz silah alışverişi yaparken minik yavrularınızın neşeyle eğlenebileceği çocuk parkı. (Not:İsabet alan çocuklardan müessesemiz sorumlu değildir)
* Toplu alımlarda, katliam indirimi...
*Bol cephane ve yedek parça...
EŞŞOĞLEŞŞEKLER SİLAHÇILIK SİZİ GÜZEL BİR DÜNYAYA DAVET EDİYOR!
* 24 Saat açık showroomlarımızda istediğiniz kadar sıkma imkanı...
* 750 araç kapasiteli kurşungeçirmez otopark...
* Siz silah alışverişi yaparken minik yavrularınızın neşeyle eğlenebileceği çocuk parkı. (Not:İsabet alan çocuklardan müessesemiz sorumlu değildir)
* Toplu alımlarda, katliam indirimi...
*Bol cephane ve yedek parça...
EŞŞOĞLEŞŞEKLER SİLAHÇILIK SİZİ GÜZEL BİR DÜNYAYA DAVET EDİYOR!
11 Aralık 2010 Cumartesi
BİG BİRADHER SIKILHAN'I GÖZETLİYOR
- Sıkılhan, alo, annen ben... O iğrenç giysi dolabının üstüne bak bakalım, ben de sana bakiyorum...
- Ohaa özel hayata kapıları kırmak surtiyle saldırı...Alalım ordan o kamerayı Gülizar Öflan, çok ciddiyim
- Gece görütüntüsü de var...
- Siz hepten gece yırtıcısı olmuşsunuz, tekrar ediyorum, alalım o kamerayı ordan. Çeşitli sivil toplum örgütlerine giderim film çıkarırısınız bak...
-Tabi cemiyetimizde , onları biliyoruz ama onlar da sokaktan çıkıp 140 adım atıncaya kadar 255 kameraya takılıyor. Büyük birader herkesi gözetliyor artık Sıkıl, biz de sana bakıcaz babanla, bakıp büyütücez ordan doğru....ya da benzer bişeyler. Büyük birader bizi gözetlemeli genç adam. Mesela ben ofisimden çıkp yönetim helasına gidinceye kadaar tam 41 kez kameraya takılıyorum, bu daha fazla olmalı, çağımız şiddet çağı. En az 345 kere kammeraya takılmalıyım...
- Orda da bakıyo mu Bokhan bey...
- Tebiyesizleşmemesin genç addm
- Bu modren çağın gereği. Kim ne yaapıyor, ,kim naapmıyorıyor, kim ofis malzemeleri çalıyor, kim tüketiyor...
- Vaalla ben bi tek selpak mendil tüketiyorun...
- Evet b "tipi tüketicisi sayılırsın". Marketlerde tuvelet kağıdı üç beş deterjan, bazen diş temizliği ürünleri alırsın, ama kullanmazsın. Hedef kitle değilsin sen...
- Kameraya ne yaptığımı görüyor musun!!!?
- Derhal odana çık genç adam...
- Odamdayım...
- Görüyorum lanetolası...
* * *
- Allo sevgililer günü paniğine girdik Sıkılhan. Büzde triplerde, çisil kalakaldı öle
- Ama önce yeniyıl tiribi yok mu "naapılıcak ne edlicek"" felan
- Ay o daa dooru yaa çam aldınız mı siz...
- Evi süsledik... ampuller yanıyoo her yerinde... bi elektrik faturası gelicak ki sorma
- Ben yalışlıklaa tarihleri karıştırıp önce sevgililer günü var sanaraktan sevgililier gününe çizzme aldıydım kendime: UGG marka, çok şık bej bişi. Mağazadan geri alırlar mı almıyolar tebiki de... Cıfıtlık yapıyo bazı kasiyer kaltaklar... "Yardımcı olamayız hanfendiğğğ" diyolaar ben de ölüyorum...
- -Bakk aklıma bi fikir geldi Bunalgül...
- İyi bi fikir mi inavasyona çevirilebilir mi, geri dönüşü çabuk mu.. Dragon dens fikir bazında yane...
- He.. Koş git oralara, dragonlar çırmaklasın seni...
* * *
- Allo Sıkıhan, gene ben. Bu sefer sokaktan bildiriyorum, sokağın sesi olucam...
- Anahtarı mı unuttun gene, kapıcınızın oğlun Şenol, sığabiliyosa balkona tırmansın...
- Şu an ZO& Vogy Mağazalarının önündn bildiriyorum, onbeşerli gruplar halinde içeri alıyollar...Yalnız bişi söölicem Çisil sorarsa nerda olduğumu bilmiyosun. Onu Haznedar'a başka bi teknomarkete yolladım, geçi yarısındanberidir orası açılcak diye bekliyo. Büzge ise Çorlu'da fabrika açılış mağazası bekliyo...
- Bana gelsene Bunalgül, kapıda birikin size bişe göstericem...
- Hayvan mütehassısın Sıkılhan, yiğıvrançlık şahikasısın....
- Ohaa özel hayata kapıları kırmak surtiyle saldırı...Alalım ordan o kamerayı Gülizar Öflan, çok ciddiyim
- Gece görütüntüsü de var...
- Siz hepten gece yırtıcısı olmuşsunuz, tekrar ediyorum, alalım o kamerayı ordan. Çeşitli sivil toplum örgütlerine giderim film çıkarırısınız bak...
-Tabi cemiyetimizde , onları biliyoruz ama onlar da sokaktan çıkıp 140 adım atıncaya kadar 255 kameraya takılıyor. Büyük birader herkesi gözetliyor artık Sıkıl, biz de sana bakıcaz babanla, bakıp büyütücez ordan doğru....ya da benzer bişeyler. Büyük birader bizi gözetlemeli genç adam. Mesela ben ofisimden çıkp yönetim helasına gidinceye kadaar tam 41 kez kameraya takılıyorum, bu daha fazla olmalı, çağımız şiddet çağı. En az 345 kere kammeraya takılmalıyım...
- Orda da bakıyo mu Bokhan bey...
- Tebiyesizleşmemesin genç addm
- Bu modren çağın gereği. Kim ne yaapıyor, ,kim naapmıyorıyor, kim ofis malzemeleri çalıyor, kim tüketiyor...
- Vaalla ben bi tek selpak mendil tüketiyorun...
- Evet b "tipi tüketicisi sayılırsın". Marketlerde tuvelet kağıdı üç beş deterjan, bazen diş temizliği ürünleri alırsın, ama kullanmazsın. Hedef kitle değilsin sen...
- Kameraya ne yaptığımı görüyor musun!!!?
- Derhal odana çık genç adam...
- Odamdayım...
- Görüyorum lanetolası...
* * *
- Allo sevgililer günü paniğine girdik Sıkılhan. Büzde triplerde, çisil kalakaldı öle
- Ama önce yeniyıl tiribi yok mu "naapılıcak ne edlicek"" felan
- Ay o daa dooru yaa çam aldınız mı siz...
- Evi süsledik... ampuller yanıyoo her yerinde... bi elektrik faturası gelicak ki sorma
- Ben yalışlıklaa tarihleri karıştırıp önce sevgililer günü var sanaraktan sevgililier gününe çizzme aldıydım kendime: UGG marka, çok şık bej bişi. Mağazadan geri alırlar mı almıyolar tebiki de... Cıfıtlık yapıyo bazı kasiyer kaltaklar... "Yardımcı olamayız hanfendiğğğ" diyolaar ben de ölüyorum...
- -Bakk aklıma bi fikir geldi Bunalgül...
- İyi bi fikir mi inavasyona çevirilebilir mi, geri dönüşü çabuk mu.. Dragon dens fikir bazında yane...
- He.. Koş git oralara, dragonlar çırmaklasın seni...
* * *
- Allo Sıkıhan, gene ben. Bu sefer sokaktan bildiriyorum, sokağın sesi olucam...
- Anahtarı mı unuttun gene, kapıcınızın oğlun Şenol, sığabiliyosa balkona tırmansın...
- Şu an ZO& Vogy Mağazalarının önündn bildiriyorum, onbeşerli gruplar halinde içeri alıyollar...Yalnız bişi söölicem Çisil sorarsa nerda olduğumu bilmiyosun. Onu Haznedar'a başka bi teknomarkete yolladım, geçi yarısındanberidir orası açılcak diye bekliyo. Büzge ise Çorlu'da fabrika açılış mağazası bekliyo...
- Bana gelsene Bunalgül, kapıda birikin size bişe göstericem...
- Hayvan mütehassısın Sıkılhan, yiğıvrançlık şahikasısın....
10 Aralık 2010 Cuma
VAY VAY VAY... KAHKAHAYA VERGİ VAR! HİHOHAHA!
DÜKKAN’A KOMEDi VERGiSi
Star’ın ‘Komedi Dükkanı’nda iki haftadır ‘komedi vergisi’ esprileri vardı.
“Eğlenceye vergi var, dramaya yok” dedi Tolga Çevik, “Seyirci gülme, eğlence vergisi var” diye takıldı.
Merak ettim sanki bir şeyleri ima eder gibiydi Çevik. Olayı sordum.
Programın yayın koordinatörü İnanç Selet ‘eğlence vergisi’nin hikayesini anlattı:“Beyoğlu Belediyesi’nden geldiğini söyleyen Hürriyet adındaki beyefendi, belediyenin ‘komedi vergisi’ almak için artık harekete geçtiğini söyledi ve o zamana kadar birikmiş olan meblağı da o akşam (yani geçen hafta) benden nakit istedi.
Tabii o anda anlam veremedim. Daha sonra bizim, bunu bu şekilde elden veremeyeceğimizi belirttim ve Plato Film muhasebesine gitmesi gerektiğini bildirdim. Hürriyet Bey gitti, makbuzları kesip üç bölüm bedeli olan 6 bin lirayı Beyoğlu Belediyesi hesabına geçirtti, bunun yanında olayın sadece komedi vergisi olduğunu eğlence vergisi olmadığını da belirtti."
BKM’nin kurucularından Necati Akpınar, bu verginin 1980 öncesinde alındığını, 80’li yıllarda rahmetli Adnan Kahveci’nin sanatçılarla arkadaşlıkları esnasında bu vergi durumunu gördüğünü, saçmalığını anladığını ve kaldırdığını anlatıyor. Ancak çeşitli sanat dalları için kaldırılırken yasada ‘komedi’ için kaldırılmamış. Yani öğrenmiş oluyoruz ki, ‘komedi’ye vergi var. Bundan böyle ‘komik’ olanlar dikkatli olsun!
Star’ın ‘Komedi Dükkanı’nda iki haftadır ‘komedi vergisi’ esprileri vardı.
“Eğlenceye vergi var, dramaya yok” dedi Tolga Çevik, “Seyirci gülme, eğlence vergisi var” diye takıldı.
Merak ettim sanki bir şeyleri ima eder gibiydi Çevik. Olayı sordum.
Programın yayın koordinatörü İnanç Selet ‘eğlence vergisi’nin hikayesini anlattı:“Beyoğlu Belediyesi’nden geldiğini söyleyen Hürriyet adındaki beyefendi, belediyenin ‘komedi vergisi’ almak için artık harekete geçtiğini söyledi ve o zamana kadar birikmiş olan meblağı da o akşam (yani geçen hafta) benden nakit istedi.
Tabii o anda anlam veremedim. Daha sonra bizim, bunu bu şekilde elden veremeyeceğimizi belirttim ve Plato Film muhasebesine gitmesi gerektiğini bildirdim. Hürriyet Bey gitti, makbuzları kesip üç bölüm bedeli olan 6 bin lirayı Beyoğlu Belediyesi hesabına geçirtti, bunun yanında olayın sadece komedi vergisi olduğunu eğlence vergisi olmadığını da belirtti."
BKM’nin kurucularından Necati Akpınar, bu verginin 1980 öncesinde alındığını, 80’li yıllarda rahmetli Adnan Kahveci’nin sanatçılarla arkadaşlıkları esnasında bu vergi durumunu gördüğünü, saçmalığını anladığını ve kaldırdığını anlatıyor. Ancak çeşitli sanat dalları için kaldırılırken yasada ‘komedi’ için kaldırılmamış. Yani öğrenmiş oluyoruz ki, ‘komedi’ye vergi var. Bundan böyle ‘komik’ olanlar dikkatli olsun!
Sina Koloğlu/Milliyet
BAG'ın notu: şimdi heccavlık edicez, bi kaç iğneli laf sokucaz arkadaşlara, hiciv gülmecenin bir dalı olduğundan bilmemkaç lira şu kadar kuruş acil vergi tahakkuk edicek. Susalım yani, sus yani, zaten durumlar terso....
9 Aralık 2010 Perşembe
MİZAH DERGİSİ KAPAKLARI
Leman Dergisi, olaylarda bebeğini kaybeden öğrencinin acısını şiir dizeleriyle okuyucusuna duyurdu. (Hürriyet)
İşte Aslan Özdemir imzasıyla yayınlanan o şiir:
BELKİ DE BİR SESİM ARTIK!
Belki üç çocuğun ilkiydim
Belki de annemin tek çocuğu...
Polisleriniz beni tek gördü
Gözleri beni seçti, güçleri bana yetti.
Dipçikler, postallar,
Coplar, biber gazları benim içindi.
Ben korkunun bedeliyim
Devletin eliyle bir şiddetin kurbanı...
Üç çocuktan ilkiydim belki
Belki de annesinin tek çocuğu.
O acıyı hissettiğinde annem
ben torunlarınızdan küçüktüm...
Bir nefes olsaydım
Belki beni de severdiniz,
Belki de ilk oyuncağımı siz verirdiniz
Eğer görebilseydim...
Ama artık korkuyla yeniden hayat buldum.
Beni duyabiliyor musunuz!
Size bir ses evinden sesleniyorum
Vicdanınızın hep duyacağı...
Tayyip amca...
8 Aralık 2010 Çarşamba
BUGÜN YIMIRTA ATAN ZİHNİYYET YARIN KALKAR NELER YAPMAZ BAKIN GÖRÜN BUNLARI ...ONU DA SÖYLEYİM
Bakınız talebeyken ben de gençlik heyecanıyla bazı muhterem zevata, maakam sahibi zatlara yımırta fırlatmışımdır, masum talenbe hareketlerinde bulunmuşumdur. Amma neticede bir çiçek açsın, bin fikir yarışsın deye. Bak bunu da saklamıyorum. İfrahata kaçmamışım ki... Al bak Vikiliksten resmini de koyuyorum ben bunun...
1 Aralık 2010 Çarşamba
ÖMÜR DAYI... MÜMKÜNLÜ'NÜN BELDESİ İMKANCIK'TAN ARIYOR
- Sıkılhan?
- Dayı...
- Ya bi gelmediniz grubu toplayıp... Var ya bi gelseniz, burda neler olacak, senin aklın almıyor... Eğlenciye doyacak, seks yaşamınızı başdan sorgulayacaksınız... Bırakın Avm'lerde sürtmeyi, gopartın kediizi sanal ortamlardan. Gelin burıya, doğada bir ateş yakalım...
- İlerleyen saatlerde, alkolun da etkisiynen...
- Dalga geçme deyyus, burası harikalar diyarı diyorum sana, İmkancık!
- İmkancık?
- Hee... Şener Şen'in kasabası var ya: Mümkünlü hani. Bizim burada oraya bağlı şirin bi belde, İmkâncık... Gelin, doğaynan başbaşa, ateş filan yakarız, fıkraa bilenler fıkraa anladır, sesi güzel olanlar pirformans sergiler, ilerleyen saatlerde alkolun da etkisiynen... Alo... Kapadın mı kancık? Alo.... lan!
* * *
- Allo, Bunalgül ban... Bişi söölicem, sokaktan bildiriyorum, sokaa indim ban... Az soona içeri gircez, onbeşerli gruplar halinde alıyolar. "İçersi neresi" diye sorucak olursan...
- ....
- Sormıycan mığ? Burda HO&WOS mağazalar zincirinin önündeyim, sabah beşte kuyruğa girdim. Fransıs modacı Fransuva Kuddi'nin dizaynları yüzde otuzbeşe varan indirimlerlen...
- Zincir... Varan....
- Evet, bişi sööölicam... Büzge ya da Çisil ararsa nerde olduumu bilmiyosun taam mı? Birini Haznedar'a öbürünü Ankara Çinçin Bağları'na yolladım. Yanlış yerlerde mağaza açılışı bekliyolar...
- Ben de bekliyorum Bunalgül... Bi mağaza açıcam, biriksenize önünde, aniden çıkıp bişi göstericem size...
- Var ya angus sürüleri dolaşıyo içinde Sıkılhan. Hayvanlarca kere hayvanlarsın... Götler! Sığırlar zinciri, ilk insanların ilki, hayvan levellerının sonuncusu, doğala özdeş öküz aroması, şahika, zirve şoğleşk...
- Dayı...
- Ya bi gelmediniz grubu toplayıp... Var ya bi gelseniz, burda neler olacak, senin aklın almıyor... Eğlenciye doyacak, seks yaşamınızı başdan sorgulayacaksınız... Bırakın Avm'lerde sürtmeyi, gopartın kediizi sanal ortamlardan. Gelin burıya, doğada bir ateş yakalım...
- İlerleyen saatlerde, alkolun da etkisiynen...
- Dalga geçme deyyus, burası harikalar diyarı diyorum sana, İmkancık!
- İmkancık?
- Hee... Şener Şen'in kasabası var ya: Mümkünlü hani. Bizim burada oraya bağlı şirin bi belde, İmkâncık... Gelin, doğaynan başbaşa, ateş filan yakarız, fıkraa bilenler fıkraa anladır, sesi güzel olanlar pirformans sergiler, ilerleyen saatlerde alkolun da etkisiynen... Alo... Kapadın mı kancık? Alo.... lan!
* * *
- Allo, Bunalgül ban... Bişi söölicem, sokaktan bildiriyorum, sokaa indim ban... Az soona içeri gircez, onbeşerli gruplar halinde alıyolar. "İçersi neresi" diye sorucak olursan...
- ....
- Sormıycan mığ? Burda HO&WOS mağazalar zincirinin önündeyim, sabah beşte kuyruğa girdim. Fransıs modacı Fransuva Kuddi'nin dizaynları yüzde otuzbeşe varan indirimlerlen...
- Zincir... Varan....
- Evet, bişi sööölicam... Büzge ya da Çisil ararsa nerde olduumu bilmiyosun taam mı? Birini Haznedar'a öbürünü Ankara Çinçin Bağları'na yolladım. Yanlış yerlerde mağaza açılışı bekliyolar...
- Ben de bekliyorum Bunalgül... Bi mağaza açıcam, biriksenize önünde, aniden çıkıp bişi göstericem size...
- Var ya angus sürüleri dolaşıyo içinde Sıkılhan. Hayvanlarca kere hayvanlarsın... Götler! Sığırlar zinciri, ilk insanların ilki, hayvan levellerının sonuncusu, doğala özdeş öküz aroması, şahika, zirve şoğleşk...
Bu haftaki Leman'dan Özetlenerek
26 Kasım 2010 Cuma
BİR KALEM DARBESİYLE ZENGİN OLDUK VE BİR ÖYKÜ!
Türkiye’nin satın alma gücüne göre GSYH’sinde yapılan düzeltme kişi başına geliri 2.354 dolar artırdı. Uzmanlar, düzeltmenin teknik olduğuna dikkat çekti (Milliyet)
Plan-Program ve Hesap İşleri
a) Kalkınma hızımızı hesaplarken..
- Planlama teşkilatının saygıdeğer hesap uzmanları.. Sayın Başbakanımızın isteğiyle yine ülkemizin kalkınma ve büyüme hızını hesaplamak için toplanmış bulunuyoruz. Geçen sefer ülkemizdeki elektrik prizi sayısını, mevcut memeli hayvanlarımızın ayak sayısıyla çarpıp milli gelirimize bölünce, kalkınma hızımızı 0.3 bulmuştuk. Bu rakkamı biraz yuvarlatıp üstünü tamamladıktan sonra, kalkınma hızımızın yüzde 7.9 olduğunu açıklamıştık. Ama şimdi aynı formülü kullanarak hesap yaptığımızda acayip sonuçlar çıkıyor. Ben deminki hesabımın sonucunda bir adet virgül bulmuş durumdayım.
- Nasıl yani? Virgülün solunda ve sağında bir rakam yok mu? Sıfır virgül sekiz olur, yedi virgül beş olur. Ama sadece virgül olması biraz garip değil mi Hikmet Bey?
- Maalesef sadece virgül çıktı efendim.
- Bari bir rakkam bulsaydınız, yuvarlak hesap yükseltir birşeyler uydururduk. Virgülü en fazla yuvarlatsak nokta haline dönüştürebiliriz ki, bunun da konumuzla bir ilgisi yok. Sizin hesaplarınızdan da illallah yani Hikmet Bey. Geçen yıl ülkemizdeki işsizlik oranını yedi litre olarak hesaplamıştınız. Sonra Sayın Başbakanımız da “Litre cinsinden işsizlik yoktur” diye halka açıklamada bulundu.
- Naapabilirim, yüz kere kontrol ettim, virgül çıkıyor.
- Zamanımız yok. Birazdan Başbakan cevap isteyecek. Sonucu bu akşamki “İcraatın İçinden” programında söyliyecekmiş.. Adama şöyle yüksekçe bir şey söylemek lazım, yoksa feci bozulur. Hikmet Bey, bulduğunuz virgülü verir misiniz. Evet, gördüğünüz gibi, hesap neticesinde bulunan virgül dikkatle bakılıp daha büyükmüş gibi tasavvur edildiğinde, aynen dokuza benzemektedir, zaten virgül minyatür bir dokuz rakkamı değil midir? Bütün bu bilgilerin ışığı altında memleketimizin kalkınma ve iktisaden büyüme hızı yüzde dokuzdur. Hadi şimdi daalın..
b)Kent düzenlemesi..
- Sevgili İl Genel Meclisi ve Belediye Encümeni üyeleri. Şimdi sizlere masadaki İstanbul maketinin üzerinde, şehirde yapacağımız düzenlemeleri anlatıcam.
- Ayy.. Ne şirin, bu oyuncak trenler yürüyor mu? Bedri Bey bu İstanbul maketi harika bir şey. Küçük bir İstanbul.. Hihi..
- Trenler yürüyor ama siz yine de itmeyin. Madem tren dediniz, işe trenleri anlatmakla başlıycam. İlk etapta, Sirkeci’de biten banliyö hattı, Taksim’e kadar uzatılacak.
- Düüüt.. Çutakaka çutakaka düüt.
- Rica ederim Remzi Bey toplantının ortalık yerinde tren sürmeyi bırakın. Ne diyordum, tabi yeni tren yolu için birtakım yıkımlar gerekiyor. Maketlere bakınız şimdi, şu çizgi üzerindeki tüm maket evleri sırayla söküyorum. Çünkü tam burdan tren yolu geçicek..
- Hihihi.. Bedri Bey sizin söktüğünüz minik evlerden, kenarda bir kasaba yaptım.
- İyi yapmışsınız Remzi Bey. Yalnız lütfen tren yolunu sökmeyi bırakın.
- Ee.. Be kardeşim, bu yeni yaptığım kasabanın insanları işlerine nasıl gidip gelicek?
- Kızıyorum ama Remzi Bey.. Buyrun size iki otobüs veriyim, tren yolunu geri verin.
- Ay bi dakka.
- Yine nooldu Remzi Bey.
- Demin söktüğünüz evlerin içinde benim kaynatamın Şişhane’deki evi de var. O evi yerine koyun. Asla olmaz, kaynatamın evini sökemezsiniz.
- Remzi, kaldır o evi ordan. İnatçı fasulyeye bak. Remzi şurda İstanbul’u şeetmek, düzenlemek için toplandık, hıyarlığın âlemi yok.
- Yıktırmam, billahi yıktırmam..
- Parası neyse veririz. Hoop beyler, ben Remzi ile tartışırken maketi kurcalamayın. Biriniz kaşla göz arasında Boğaz’daki yasak bölgeye villa maketi yerleştirmiş. Üsküdar’ı Zeytinburnu’na kim koydu.. Lütfen.. Lütfen Fikret Bey.. Gözlerimle gördüm, adanın birini cebinize attınız.
- İftiraaa... Yalan..
- Nah işte cebinizde, yürütmüşsünüz.
- Ada zaten benim yanımdaydı lan. Gelirken cebime koymuştum.
- Ayıptır beyler. Şu belediye camiasında sizler gibi yağmacı, eşkiya ruhlu heriflerin bulunması acı bir talihsizliktir.
- Bana haa.. Eşkiya babandır lan..
- Tüh.. Gördünüz mü olanları.. Fikret Bey Belediye Başkanı’na ikinci köprünün ayağını sapladı...
Plan-Program ve Hesap İşleri
a) Kalkınma hızımızı hesaplarken..
- Planlama teşkilatının saygıdeğer hesap uzmanları.. Sayın Başbakanımızın isteğiyle yine ülkemizin kalkınma ve büyüme hızını hesaplamak için toplanmış bulunuyoruz. Geçen sefer ülkemizdeki elektrik prizi sayısını, mevcut memeli hayvanlarımızın ayak sayısıyla çarpıp milli gelirimize bölünce, kalkınma hızımızı 0.3 bulmuştuk. Bu rakkamı biraz yuvarlatıp üstünü tamamladıktan sonra, kalkınma hızımızın yüzde 7.9 olduğunu açıklamıştık. Ama şimdi aynı formülü kullanarak hesap yaptığımızda acayip sonuçlar çıkıyor. Ben deminki hesabımın sonucunda bir adet virgül bulmuş durumdayım.
- Nasıl yani? Virgülün solunda ve sağında bir rakam yok mu? Sıfır virgül sekiz olur, yedi virgül beş olur. Ama sadece virgül olması biraz garip değil mi Hikmet Bey?
- Maalesef sadece virgül çıktı efendim.
- Bari bir rakkam bulsaydınız, yuvarlak hesap yükseltir birşeyler uydururduk. Virgülü en fazla yuvarlatsak nokta haline dönüştürebiliriz ki, bunun da konumuzla bir ilgisi yok. Sizin hesaplarınızdan da illallah yani Hikmet Bey. Geçen yıl ülkemizdeki işsizlik oranını yedi litre olarak hesaplamıştınız. Sonra Sayın Başbakanımız da “Litre cinsinden işsizlik yoktur” diye halka açıklamada bulundu.
- Naapabilirim, yüz kere kontrol ettim, virgül çıkıyor.
- Zamanımız yok. Birazdan Başbakan cevap isteyecek. Sonucu bu akşamki “İcraatın İçinden” programında söyliyecekmiş.. Adama şöyle yüksekçe bir şey söylemek lazım, yoksa feci bozulur. Hikmet Bey, bulduğunuz virgülü verir misiniz. Evet, gördüğünüz gibi, hesap neticesinde bulunan virgül dikkatle bakılıp daha büyükmüş gibi tasavvur edildiğinde, aynen dokuza benzemektedir, zaten virgül minyatür bir dokuz rakkamı değil midir? Bütün bu bilgilerin ışığı altında memleketimizin kalkınma ve iktisaden büyüme hızı yüzde dokuzdur. Hadi şimdi daalın..
b)Kent düzenlemesi..
- Sevgili İl Genel Meclisi ve Belediye Encümeni üyeleri. Şimdi sizlere masadaki İstanbul maketinin üzerinde, şehirde yapacağımız düzenlemeleri anlatıcam.
- Ayy.. Ne şirin, bu oyuncak trenler yürüyor mu? Bedri Bey bu İstanbul maketi harika bir şey. Küçük bir İstanbul.. Hihi..
- Trenler yürüyor ama siz yine de itmeyin. Madem tren dediniz, işe trenleri anlatmakla başlıycam. İlk etapta, Sirkeci’de biten banliyö hattı, Taksim’e kadar uzatılacak.
- Düüüt.. Çutakaka çutakaka düüt.
- Rica ederim Remzi Bey toplantının ortalık yerinde tren sürmeyi bırakın. Ne diyordum, tabi yeni tren yolu için birtakım yıkımlar gerekiyor. Maketlere bakınız şimdi, şu çizgi üzerindeki tüm maket evleri sırayla söküyorum. Çünkü tam burdan tren yolu geçicek..
- Hihihi.. Bedri Bey sizin söktüğünüz minik evlerden, kenarda bir kasaba yaptım.
- İyi yapmışsınız Remzi Bey. Yalnız lütfen tren yolunu sökmeyi bırakın.
- Ee.. Be kardeşim, bu yeni yaptığım kasabanın insanları işlerine nasıl gidip gelicek?
- Kızıyorum ama Remzi Bey.. Buyrun size iki otobüs veriyim, tren yolunu geri verin.
- Ay bi dakka.
- Yine nooldu Remzi Bey.
- Demin söktüğünüz evlerin içinde benim kaynatamın Şişhane’deki evi de var. O evi yerine koyun. Asla olmaz, kaynatamın evini sökemezsiniz.
- Remzi, kaldır o evi ordan. İnatçı fasulyeye bak. Remzi şurda İstanbul’u şeetmek, düzenlemek için toplandık, hıyarlığın âlemi yok.
- Yıktırmam, billahi yıktırmam..
- Parası neyse veririz. Hoop beyler, ben Remzi ile tartışırken maketi kurcalamayın. Biriniz kaşla göz arasında Boğaz’daki yasak bölgeye villa maketi yerleştirmiş. Üsküdar’ı Zeytinburnu’na kim koydu.. Lütfen.. Lütfen Fikret Bey.. Gözlerimle gördüm, adanın birini cebinize attınız.
- İftiraaa... Yalan..
- Nah işte cebinizde, yürütmüşsünüz.
- Ada zaten benim yanımdaydı lan. Gelirken cebime koymuştum.
- Ayıptır beyler. Şu belediye camiasında sizler gibi yağmacı, eşkiya ruhlu heriflerin bulunması acı bir talihsizliktir.
- Bana haa.. Eşkiya babandır lan..
- Tüh.. Gördünüz mü olanları.. Fikret Bey Belediye Başkanı’na ikinci köprünün ayağını sapladı...
Atilla Atalay/Usulcacık
25 Kasım 2010 Perşembe
23 Kasım 2010 Salı
ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN VE BİR ÖYKÜ...
Ayrılamayanlar İçin
Biliyordum, kolay ayrılamazlardı... O sırada bin okulda daha dalgalı düdüklü bin zil çalıyordu... Yurdun dört bir tarafındaki bu üniformasız saf ve iyi yürekli çetenin garip üyeleri... Soba kurumuyla yumurta akını karıştırıp kara tahta yapanlar, cücelerinden utanıp gizlice işporta tezgâhı açanlar, karın kestiği yolların sonunda gurbet çekenler, alemlerin en kahpe kurşunlarına gelenler... Onlar, hiçbirisi, kolay kolay cücelerinden ayrılamazlardı. Bin türlü hesabın, puşt tezgâhlarındaki milyon çeşit sırrın arasında, çocuklarla paylaştıkları çizmeli kedi sırrından başkaca değerli bir şeyleri yoktu...
Önce koridorlarda dolaştım uzun uzun. Duvarda asılı olan “Koşma!” yazısına inat, sessizce koştum.
Ethem Çalışkan’ın çizdiği Atatürk portrelerine baktım, "Sesimiz" duvar gazetesinde, “dolmakalemle çizgisiz dosya kâğıdına yazılmış” şiirleri okudum. Uzaklarda bir yerlerden gelen mandolin sesine kulak kabarttım... Ceplerimi karıştırıp, arkasına tükenmez kalem kapağı takılarak boyu uzatılmış, cüce kurşun kalemler aradım, düğme kadar, kararmış silgiler...
Bir sınıfın kapısı önünden geçerken içerideki öğretmenin “Tahtayı dinle!” sesine tutunup kimselere görünmeden, “geç kâğıdı getirmeden” sınıfa süzüldüm... Panoda asılı zaman şeridine baktım önce. İlkbahar, yaz, sonbahar, kış... Aynıydı işte, olduğu yerde akarak durup duruyordu...
Ben, ortalarda bi yerlerde oturuyordum. Elimde Çizmeli Kedi masal kitabı... Kedi niçün çizme giyer, olayı bir nedir tam olarak anlamıyordum ama, masal kitabını ezbere biliyordum. Kitabı ilk sayfasından açıp sonuna kadar aksaksız okuyomuş gibi yapıyordum. İşin gerçeğini bilmeyen sıra arkadaşlarım, benim okula gelmediğim halde hızla okuma yazmayı sökmüş olmamı annemin öğretmen oluşuna bağlıyorlardı... Oysa annem beni kendi öğretmenlik yaptığı ilkokula kaydettirirken, her şeyi ancak kendi öğretmenimden öğrenebileceğimi, kendisinin evde ve okulda beni öğrenci olarak asla tanımayacağını söylemişti... Ben de kendisine “Beni tanımayanı ben hiç tanımam” cinsinden bi laf sarfedip anlaşmamızı kendi dilimde onaylamıştım... Tam da o günlerde, ben defterime çeşitli yamuk şekiller çizip yazı alıştırması yaparak ev ödevimi tamamladıktan sonra, niyeyse evin damına çıkmış dolaşırken, bir inşaat kalasının üstündeki paslı çiviye bastım. Ama, bastım yani. Ööle bööle diil, topuğuma girmiş çividen kurtulmak için epey debelendiğimi anımsıyorum. Sonra uzun süre hastane hastane dolaşıp niyeyse o vakitler zor bulunan tetanos aşısından aradık. Sonunda, yaşamımdaki tüm yüzleri unutsam onunkini asla unutamayacağım hastabakıcı, kasap, marangoz karışımı bir adam, göbeğime adı geçen iğneyi zerketmek suretiyle beni günlerce ikibüklüm bıraktı... Tabii bu süre içerisinde okula gidemedim. Sınıf akadaşlarımdan çok önemli bir bölümü okuma yazmayı çatır çatır sökmüştü... Sanki hemen okulu bitirip doktor mühendis olmuşlar gibi bir hisse kapılmıştım. Fekat, anlaşmamız gereği anneme bu durumu açamıyor, konuyla ilgili hissiyatımdan habersiz salak bir komşumuzun hasta ziyaretinde bana “okursun” diye armağan ettiği Çizmeli Kedi’yi evirip çevirip resimlerinden masalı kestirmeye çalışıyordum... Sonraları beni ziyarete gelip gidenlere zorla kitabı okutmaya başladım. Bu o kadar sık tekrarlandı ki sonunda kitabı harfiyen ezberledim. Çivinin izleri ruh ve bedenimden silinip de yeniden okula başladığımda sınıfın en başarılı okur yazarlarının yanına kurulup itinayla yapraklarını açtığım Çizmeli Kedi’yi bi solukta okuyarak, annemle anlaşmamızdan haberdar olan öğretmenim Arife Hanım dahil herkesi şaşırtmıştım... Öğretmenimin “çizmesiz bir kediyi” bile asla okuyamadığımı anlaması uzun sürmedi tabii. Ama kimselere söylemedi. Ders çıkışlarında beni gizliden çalıştırıp, sınıfla aynı düzeye getirdi.
Topuğum... Yıllar önce çivinin battığı yer acıyor. Sınıfın kapısından doğru “tahtayı dinlemekten” vazgeçtim. Kulağım yine koridorda, Münir Ceyhan’ın hışırtılı plaklarından çocuk şarkıları duyuyorum... “Orda bir köy var uzakta” bu en bilineni... Oysa ben daha bir sürüsünü biliyorum. Okulun koridorlarında siyah önlüğümle “atom karınca” gibi koşuşurken hoparlörlerde bu plaklar çalıyordu. Yıllar sonra “Komiklik olsun için” o plakları annemle okul müdüründen istetip bi kasede kaydetmiştim. Dergide dinlerken en çok “Sokağa çıktım hapşu” ve “Dostum kibrit kutusu” adlı parçalara gülmüştük... Alt katta, “Müsammere salonu”ndayım şimdi... İkinci sınıfta felan, “ront” yapıyoruz... “Ben dağları, hem mor bağları aştım da sana geldim...” Dördüncü sınıfta, davul zurna, Antep’ten “Çebikli”yi oynuyoruz. Son sınıf. Aziz Nesin. Toros Canavarı kitabından Sakın Alma isimli öykü. İki perde. Abiniz baş rolde.
Aşı günlerinde ispirtolu pamuk kokusu, kitap kokusu, henüz açılmış kurşun kalem yongasının kokusu, suyu kesik tuvaletlerin musluklarından boruda kalan son suyu emerkenki pas ve kireç kokusu, kantinden yükselen sucuklu tost kokusu. Işıklar sonra... Öğleden sonraları, sınıfın camından süzülerek, geç yatmış çocukları kandırıp uykuya çağıran büyülü ışıklar, geç saatlerde dev karpuzlardan koridorlara dolan sarı ampul ışıkları. “Alan var, alamayan var” boya kalemleri, türlü çeşitli kalem kutuları, beslenme çantaları, su mataraları...
Geri vitese takmış bir tüp kamyonu, okul duvarından girip, benimki dahil herkesin çocukluğunu ezip geçiyor sandım. Kamyonların geri vites melodisi zannettiğim ses, dersin bittiğini belirten “zil” miş. Kâtibim çaldı, böğürdü, birini kestiler, bişey oldu, Münir Ceyhan’ı bıçakladılar... Üsküdar’a geri viteste gideriken koptu da bir hangırtı... Kâtibiniz, millieğitime ayrılan bütçeyle alınmış, tuhaf melodili, modern zille, “zaman şeridinde” daldığı yerden, on yaşından, fena halde uyandı.
Her sınıftan, yetmiş seksen tane, bir örnek “atom karınca” fırlayıp koridorlara doluştular... Delirmiş binlerce cüce gibi koşuşuyorlar. Annem... Otuz yılın sonunda, bugün okuldaki son dersini verdi. Sınıfın kapısında, dizini biraz aşan çocukların arasında, sanki yarı beline kadar dalgalı bir denizin ortasındaymış gibi duruyor. O çok sevdiği cücelerle uğraşırken artık sağlığı bozulmaya başladığı için, O’na baskı yapıp zorla emeklilik dilekçesi verdirttik. Son dersinin ardından üzülüp morali bozulmasın diye O’nu arabayla okuldan almaya geldim. “Hadi” diye birkaç işaret yaptım. Sonra birkaç tane daha... Ayrılamadılar ama...
Biliyordum, kolay ayrılamazlardı... O sırada bin okulda daha dalgalı düdüklü bin zil çalıyordu... Yurdun dört bir tarafındaki bu üniformasız saf ve iyi yürekli çetenin garip üyeleri... Soba kurumuyla yumurta akını karıştırıp kara tahta yapanlar, cücelerinden utanıp gizlice işporta tezgâhı açanlar, karın kestiği yolların sonunda gurbet çekenler, alemlerin en kahpe kurşunlarına gelenler... Onlar, hiçbirisi, kolay kolay cücelerinden ayrılamazlardı. Bin türlü hesabın, puşt tezgâhlarındaki milyon çeşit sırrın arasında, çocuklarla paylaştıkları çizmeli kedi sırrından başkaca değerli bir şeyleri yoktu...
Biliyordum, kolay ayrılamazlardı... O sırada bin okulda daha dalgalı düdüklü bin zil çalıyordu... Yurdun dört bir tarafındaki bu üniformasız saf ve iyi yürekli çetenin garip üyeleri... Soba kurumuyla yumurta akını karıştırıp kara tahta yapanlar, cücelerinden utanıp gizlice işporta tezgâhı açanlar, karın kestiği yolların sonunda gurbet çekenler, alemlerin en kahpe kurşunlarına gelenler... Onlar, hiçbirisi, kolay kolay cücelerinden ayrılamazlardı. Bin türlü hesabın, puşt tezgâhlarındaki milyon çeşit sırrın arasında, çocuklarla paylaştıkları çizmeli kedi sırrından başkaca değerli bir şeyleri yoktu...
Önce koridorlarda dolaştım uzun uzun. Duvarda asılı olan “Koşma!” yazısına inat, sessizce koştum.
Ethem Çalışkan’ın çizdiği Atatürk portrelerine baktım, "Sesimiz" duvar gazetesinde, “dolmakalemle çizgisiz dosya kâğıdına yazılmış” şiirleri okudum. Uzaklarda bir yerlerden gelen mandolin sesine kulak kabarttım... Ceplerimi karıştırıp, arkasına tükenmez kalem kapağı takılarak boyu uzatılmış, cüce kurşun kalemler aradım, düğme kadar, kararmış silgiler...
Bir sınıfın kapısı önünden geçerken içerideki öğretmenin “Tahtayı dinle!” sesine tutunup kimselere görünmeden, “geç kâğıdı getirmeden” sınıfa süzüldüm... Panoda asılı zaman şeridine baktım önce. İlkbahar, yaz, sonbahar, kış... Aynıydı işte, olduğu yerde akarak durup duruyordu...
Ben, ortalarda bi yerlerde oturuyordum. Elimde Çizmeli Kedi masal kitabı... Kedi niçün çizme giyer, olayı bir nedir tam olarak anlamıyordum ama, masal kitabını ezbere biliyordum. Kitabı ilk sayfasından açıp sonuna kadar aksaksız okuyomuş gibi yapıyordum. İşin gerçeğini bilmeyen sıra arkadaşlarım, benim okula gelmediğim halde hızla okuma yazmayı sökmüş olmamı annemin öğretmen oluşuna bağlıyorlardı... Oysa annem beni kendi öğretmenlik yaptığı ilkokula kaydettirirken, her şeyi ancak kendi öğretmenimden öğrenebileceğimi, kendisinin evde ve okulda beni öğrenci olarak asla tanımayacağını söylemişti... Ben de kendisine “Beni tanımayanı ben hiç tanımam” cinsinden bi laf sarfedip anlaşmamızı kendi dilimde onaylamıştım... Tam da o günlerde, ben defterime çeşitli yamuk şekiller çizip yazı alıştırması yaparak ev ödevimi tamamladıktan sonra, niyeyse evin damına çıkmış dolaşırken, bir inşaat kalasının üstündeki paslı çiviye bastım. Ama, bastım yani. Ööle bööle diil, topuğuma girmiş çividen kurtulmak için epey debelendiğimi anımsıyorum. Sonra uzun süre hastane hastane dolaşıp niyeyse o vakitler zor bulunan tetanos aşısından aradık. Sonunda, yaşamımdaki tüm yüzleri unutsam onunkini asla unutamayacağım hastabakıcı, kasap, marangoz karışımı bir adam, göbeğime adı geçen iğneyi zerketmek suretiyle beni günlerce ikibüklüm bıraktı... Tabii bu süre içerisinde okula gidemedim. Sınıf akadaşlarımdan çok önemli bir bölümü okuma yazmayı çatır çatır sökmüştü... Sanki hemen okulu bitirip doktor mühendis olmuşlar gibi bir hisse kapılmıştım. Fekat, anlaşmamız gereği anneme bu durumu açamıyor, konuyla ilgili hissiyatımdan habersiz salak bir komşumuzun hasta ziyaretinde bana “okursun” diye armağan ettiği Çizmeli Kedi’yi evirip çevirip resimlerinden masalı kestirmeye çalışıyordum... Sonraları beni ziyarete gelip gidenlere zorla kitabı okutmaya başladım. Bu o kadar sık tekrarlandı ki sonunda kitabı harfiyen ezberledim. Çivinin izleri ruh ve bedenimden silinip de yeniden okula başladığımda sınıfın en başarılı okur yazarlarının yanına kurulup itinayla yapraklarını açtığım Çizmeli Kedi’yi bi solukta okuyarak, annemle anlaşmamızdan haberdar olan öğretmenim Arife Hanım dahil herkesi şaşırtmıştım... Öğretmenimin “çizmesiz bir kediyi” bile asla okuyamadığımı anlaması uzun sürmedi tabii. Ama kimselere söylemedi. Ders çıkışlarında beni gizliden çalıştırıp, sınıfla aynı düzeye getirdi.
Topuğum... Yıllar önce çivinin battığı yer acıyor. Sınıfın kapısından doğru “tahtayı dinlemekten” vazgeçtim. Kulağım yine koridorda, Münir Ceyhan’ın hışırtılı plaklarından çocuk şarkıları duyuyorum... “Orda bir köy var uzakta” bu en bilineni... Oysa ben daha bir sürüsünü biliyorum. Okulun koridorlarında siyah önlüğümle “atom karınca” gibi koşuşurken hoparlörlerde bu plaklar çalıyordu. Yıllar sonra “Komiklik olsun için” o plakları annemle okul müdüründen istetip bi kasede kaydetmiştim. Dergide dinlerken en çok “Sokağa çıktım hapşu” ve “Dostum kibrit kutusu” adlı parçalara gülmüştük... Alt katta, “Müsammere salonu”ndayım şimdi... İkinci sınıfta felan, “ront” yapıyoruz... “Ben dağları, hem mor bağları aştım da sana geldim...” Dördüncü sınıfta, davul zurna, Antep’ten “Çebikli”yi oynuyoruz. Son sınıf. Aziz Nesin. Toros Canavarı kitabından Sakın Alma isimli öykü. İki perde. Abiniz baş rolde.
Aşı günlerinde ispirtolu pamuk kokusu, kitap kokusu, henüz açılmış kurşun kalem yongasının kokusu, suyu kesik tuvaletlerin musluklarından boruda kalan son suyu emerkenki pas ve kireç kokusu, kantinden yükselen sucuklu tost kokusu. Işıklar sonra... Öğleden sonraları, sınıfın camından süzülerek, geç yatmış çocukları kandırıp uykuya çağıran büyülü ışıklar, geç saatlerde dev karpuzlardan koridorlara dolan sarı ampul ışıkları. “Alan var, alamayan var” boya kalemleri, türlü çeşitli kalem kutuları, beslenme çantaları, su mataraları...
Geri vitese takmış bir tüp kamyonu, okul duvarından girip, benimki dahil herkesin çocukluğunu ezip geçiyor sandım. Kamyonların geri vites melodisi zannettiğim ses, dersin bittiğini belirten “zil” miş. Kâtibim çaldı, böğürdü, birini kestiler, bişey oldu, Münir Ceyhan’ı bıçakladılar... Üsküdar’a geri viteste gideriken koptu da bir hangırtı... Kâtibiniz, millieğitime ayrılan bütçeyle alınmış, tuhaf melodili, modern zille, “zaman şeridinde” daldığı yerden, on yaşından, fena halde uyandı.
Her sınıftan, yetmiş seksen tane, bir örnek “atom karınca” fırlayıp koridorlara doluştular... Delirmiş binlerce cüce gibi koşuşuyorlar. Annem... Otuz yılın sonunda, bugün okuldaki son dersini verdi. Sınıfın kapısında, dizini biraz aşan çocukların arasında, sanki yarı beline kadar dalgalı bir denizin ortasındaymış gibi duruyor. O çok sevdiği cücelerle uğraşırken artık sağlığı bozulmaya başladığı için, O’na baskı yapıp zorla emeklilik dilekçesi verdirttik. Son dersinin ardından üzülüp morali bozulmasın diye O’nu arabayla okuldan almaya geldim. “Hadi” diye birkaç işaret yaptım. Sonra birkaç tane daha... Ayrılamadılar ama...
Biliyordum, kolay ayrılamazlardı... O sırada bin okulda daha dalgalı düdüklü bin zil çalıyordu... Yurdun dört bir tarafındaki bu üniformasız saf ve iyi yürekli çetenin garip üyeleri... Soba kurumuyla yumurta akını karıştırıp kara tahta yapanlar, cücelerinden utanıp gizlice işporta tezgâhı açanlar, karın kestiği yolların sonunda gurbet çekenler, alemlerin en kahpe kurşunlarına gelenler... Onlar, hiçbirisi, kolay kolay cücelerinden ayrılamazlardı. Bin türlü hesabın, puşt tezgâhlarındaki milyon çeşit sırrın arasında, çocuklarla paylaştıkları çizmeli kedi sırrından başkaca değerli bir şeyleri yoktu...
22 Kasım 2010 Pazartesi
SIKILHANNNN
- Alo Sıkıl nasısın dostum. Cenk ben... Bilmem hatırlar mısın hazırlık sınıfında oyuncak arabanı yutmuştum hani.
- Çıkardın mı? Sende kalabilir...
- Olm yok lan onun için aramadım seni. Kendimi hatırlatmak için söyledim. Neyse konuya giriyim, abi Yuutub açıldı biliyosun... Orda benim Cenkez videolarım var...MTV'nin Jack Ass' i gibi, arkadaşlarla kafamızda bişeyler kırıyoruz, el kızartmaca, tüy düğümlemece, kıl yolması, osuruk yakma, dilini boruya yapıştırma, kulağına topak sokma gibi konulara eğiliyoruz....
- Başka yerde oynayın çocuğum, evde hasta var.
- Olm geyikleme lan, burda dünya çapında bi olaydan söz ediyoruz. Hergün binlerce kişi Türkiye'nin Jack Ass'i, Cenkez ve Ekibi'nin maceralarını tıklıyor. En çok hit alan götümün iki kanadını japonla yapıştırdığım video mesela... Yedi milyonun üzerinde hiti var, gezegenin dört bir tarafından da beşyüzbin yorum yazılmış. Aynı şekilde burun deliklerimde iki fındık kırdığım video da hite doymuyor. Hatta bu video nedeniyle Kaliforniya'da bir sivil toplum kuruluşu benle görüşmek istedi, vize sorunu yüzünden gidemedim. Bi de sirkten aramışlar ama babaannem verdikleri numarayı yanlış almış, Münih'te bi nalbur çıkıyo...
- Bu numarayı da yanlış tuşlamışsın Cenkez, ben Sıkılhan diilim, adım Nedret. Kastamonu Azdavay'da "Azdavay'ın Sesi" adlı bir yerel gazeteyi çıkarıyorum. Anlattıklarından gazetemizde söz edicez, ilginç bi insanmışsın, hadi kapat şimdi.
- Ya yapma Sıkılhan yaa... Ben Jack Ass'in açtığı yoldan dünyaya mal olucaz, diyorum, sen kalkmış Kastomonu'yla sınırlı tutuyosun bizi. Dünya değişiyor dostum. Yuutuub'un yeniden açılması izleyici sayısını arttırdı. Yeni videolarla dünya izleyicisinin karşısına çıkmak için düğmeye bastık. Seni de ekibimizde görmek istiyoruz. Alo... Alo, dostum beni duyuyor musun, kapadın mı yoksa, alo?
- Ha, orta kulağıma japon döktüm... Ha?
* * *
- Alo. Meraba, lan naaber dayısının taktakan yiğeni... Nası gidiyo vuruş kırış işleri... Ömür, ben Ömür... Hadi galkın gelin, bizim buraya HES yapılıyor. Dünya gözüyle, henüz kirlenmemişken görün hem beni, hem buraları... Soora siz büyürsünüz, dünya da kirlenir, gelin yakak gemileri... Gopartalım ipleri ağzını gırıyım, noolacak üç günlük dünyada....
- Hayır dayı, sana hestir git demiycem...
- Deyeceksen de, arzun bilir, sen kaybedersin yalnız. Bunlar son zamanlar. Bak burda Hondakların Muhsin Abi köye GDO'yu soktu bile. "Bıktım çürük çarık zerzavatlan uğraşmaktan, gittim ziraatten bir on veren ecnebi tohumundan aldım, ilacı da basacam bu sene, kirlenüse kirlensin ağzını gırdığımının toprağı, temiz duruyo da gelip benim önüme bi tas çorba mı koyuyo" diyor... Bak gitti gider... Bi tarlaya GDO ekseler yeter, rüzgarınan tozlaşıp yayılıyo o. Demem o ki; hayde son domatisler bunlar. Ayrıca benzincinin orıya iki tane birden AVM açılıyor, "küçük esnaf" görmek için son günler, simitçi kahveci gazozcu, köv bakkalı, alayı bi kaç seneye kaybolur. Toki de geldi. Gelin küçük esnaf, Tokileşmemiş köv evi, şelale felan resmi çekersiniz. Sona yok bi daha...
- Aha... Ne biçim anlattın dayı yaa. Duyan sizin orda bir yanardağ faaliyete geçmek üzere sanıcak.
- HES AVM GDO TOKİ alayı birden giriyor şirin beldemize diyorum sana, volkan dediğin bu kadar beton fışlatmaz insanın üstüne.
- Noolacağıdı dayı. Su akar Türk bakar dönemi sona eriyor bugün ehehe... Naabacan boşa akan suyu, ufak çürük domatezi, köy evini felan...
- Bak haala kafa açıyo benle yaa. Asıl ben boşa akıyorum burda afedersin... Bak bundan beş on sene soona organik insan galmayacak memlekette. Sayın Erol Büyükburç'un sipermleri neye çalınıyor zannediyorsun? Elli kere diyoruz, topla gızları doldur bi minibüse gel diye... Halis manda yoğurduyla büyümüş insan çohaz memlekette, iki üç seniye hic kalmayacak diyorum. Sen durumu bu açıklıkta izah etmiyosun gızlara ondan toplaşıp gelmiyorlar. İlerde çok geç olabilir... Alo... Gapadın gene dey mi pij... Alo... Gelmeyin daha siz, uzaydan geliyorlar, siz daha gelmeyin... Alo!
- Çıkardın mı? Sende kalabilir...
- Olm yok lan onun için aramadım seni. Kendimi hatırlatmak için söyledim. Neyse konuya giriyim, abi Yuutub açıldı biliyosun... Orda benim Cenkez videolarım var...MTV'nin Jack Ass' i gibi, arkadaşlarla kafamızda bişeyler kırıyoruz, el kızartmaca, tüy düğümlemece, kıl yolması, osuruk yakma, dilini boruya yapıştırma, kulağına topak sokma gibi konulara eğiliyoruz....
- Başka yerde oynayın çocuğum, evde hasta var.
- Olm geyikleme lan, burda dünya çapında bi olaydan söz ediyoruz. Hergün binlerce kişi Türkiye'nin Jack Ass'i, Cenkez ve Ekibi'nin maceralarını tıklıyor. En çok hit alan götümün iki kanadını japonla yapıştırdığım video mesela... Yedi milyonun üzerinde hiti var, gezegenin dört bir tarafından da beşyüzbin yorum yazılmış. Aynı şekilde burun deliklerimde iki fındık kırdığım video da hite doymuyor. Hatta bu video nedeniyle Kaliforniya'da bir sivil toplum kuruluşu benle görüşmek istedi, vize sorunu yüzünden gidemedim. Bi de sirkten aramışlar ama babaannem verdikleri numarayı yanlış almış, Münih'te bi nalbur çıkıyo...
- Bu numarayı da yanlış tuşlamışsın Cenkez, ben Sıkılhan diilim, adım Nedret. Kastamonu Azdavay'da "Azdavay'ın Sesi" adlı bir yerel gazeteyi çıkarıyorum. Anlattıklarından gazetemizde söz edicez, ilginç bi insanmışsın, hadi kapat şimdi.
- Ya yapma Sıkılhan yaa... Ben Jack Ass'in açtığı yoldan dünyaya mal olucaz, diyorum, sen kalkmış Kastomonu'yla sınırlı tutuyosun bizi. Dünya değişiyor dostum. Yuutuub'un yeniden açılması izleyici sayısını arttırdı. Yeni videolarla dünya izleyicisinin karşısına çıkmak için düğmeye bastık. Seni de ekibimizde görmek istiyoruz. Alo... Alo, dostum beni duyuyor musun, kapadın mı yoksa, alo?
- Ha, orta kulağıma japon döktüm... Ha?
* * *
- Alo. Meraba, lan naaber dayısının taktakan yiğeni... Nası gidiyo vuruş kırış işleri... Ömür, ben Ömür... Hadi galkın gelin, bizim buraya HES yapılıyor. Dünya gözüyle, henüz kirlenmemişken görün hem beni, hem buraları... Soora siz büyürsünüz, dünya da kirlenir, gelin yakak gemileri... Gopartalım ipleri ağzını gırıyım, noolacak üç günlük dünyada....
- Hayır dayı, sana hestir git demiycem...
- Deyeceksen de, arzun bilir, sen kaybedersin yalnız. Bunlar son zamanlar. Bak burda Hondakların Muhsin Abi köye GDO'yu soktu bile. "Bıktım çürük çarık zerzavatlan uğraşmaktan, gittim ziraatten bir on veren ecnebi tohumundan aldım, ilacı da basacam bu sene, kirlenüse kirlensin ağzını gırdığımının toprağı, temiz duruyo da gelip benim önüme bi tas çorba mı koyuyo" diyor... Bak gitti gider... Bi tarlaya GDO ekseler yeter, rüzgarınan tozlaşıp yayılıyo o. Demem o ki; hayde son domatisler bunlar. Ayrıca benzincinin orıya iki tane birden AVM açılıyor, "küçük esnaf" görmek için son günler, simitçi kahveci gazozcu, köv bakkalı, alayı bi kaç seneye kaybolur. Toki de geldi. Gelin küçük esnaf, Tokileşmemiş köv evi, şelale felan resmi çekersiniz. Sona yok bi daha...
- Aha... Ne biçim anlattın dayı yaa. Duyan sizin orda bir yanardağ faaliyete geçmek üzere sanıcak.
- HES AVM GDO TOKİ alayı birden giriyor şirin beldemize diyorum sana, volkan dediğin bu kadar beton fışlatmaz insanın üstüne.
- Noolacağıdı dayı. Su akar Türk bakar dönemi sona eriyor bugün ehehe... Naabacan boşa akan suyu, ufak çürük domatezi, köy evini felan...
- Bak haala kafa açıyo benle yaa. Asıl ben boşa akıyorum burda afedersin... Bak bundan beş on sene soona organik insan galmayacak memlekette. Sayın Erol Büyükburç'un sipermleri neye çalınıyor zannediyorsun? Elli kere diyoruz, topla gızları doldur bi minibüse gel diye... Halis manda yoğurduyla büyümüş insan çohaz memlekette, iki üç seniye hic kalmayacak diyorum. Sen durumu bu açıklıkta izah etmiyosun gızlara ondan toplaşıp gelmiyorlar. İlerde çok geç olabilir... Alo... Gapadın gene dey mi pij... Alo... Gelmeyin daha siz, uzaydan geliyorlar, siz daha gelmeyin... Alo!
Leman Dergisi'nden
18 Kasım 2010 Perşembe
SUAVİ SÜALP'TEN: GENE İYİ DAYANDIK!
Yazarın aynı adı taşıyan kitabından alınan bu öykü, bendenizin ilk kitabı Usulcacık'ın ilk sayfalarında yer alıyordu.
Sunuşta "Bir dakika saygı girişi" başlığıyla, İsmet Çelik, Sadık Şendil ve Suavi Süalp'e, yanyana çalışırken ya da yazdıklarıyla büyürken bana açtıkları büyülü yol için teşekkür eden bir kaç satırın ardından sanırım bazı şeylerin hiç bir zaman değişmeyeceğini de öngörerek bu öyküyle başlamıştım.
Aradan geçen yıllar boyunca doğrusu ben de iyi dayandım sayılır.
Şimdi son kitaba hazırlanırken bir vesileyle bu öyküye yeniden baktım, siz de bilin istedim...
Beraberce daha uzun yıllar dayanabilmek dileğiyle, sevgiyle...
Sunuşta "Bir dakika saygı girişi" başlığıyla, İsmet Çelik, Sadık Şendil ve Suavi Süalp'e, yanyana çalışırken ya da yazdıklarıyla büyürken bana açtıkları büyülü yol için teşekkür eden bir kaç satırın ardından sanırım bazı şeylerin hiç bir zaman değişmeyeceğini de öngörerek bu öyküyle başlamıştım.
Aradan geçen yıllar boyunca doğrusu ben de iyi dayandım sayılır.
Şimdi son kitaba hazırlanırken bir vesileyle bu öyküye yeniden baktım, siz de bilin istedim...
Beraberce daha uzun yıllar dayanabilmek dileğiyle, sevgiyle...
A.A
Gene İyi Dayandık*
Bu yazının sonunda, ortaya bazı gerçekler çıkacaktır.. Bu gerçekler belki de dünyanın gidişini değiştirmeyecektir, ama, bu satırların yazarı olan benim, Suavi Süalp’in, Türkiye’nin en çok kazıklanan yazarı olduğunu kanıtlaması bakımından ilgi çekecektir.
Tabii kitap alınıp okunursa..
Ben yazarlığı bir televizyon programında bana spikerin bir soru sorması için başlamadım. Zaten yazarlığa başladığım zaman Türkiye’de televizyon yoktu.
Geçimini yazı yazarak kazanmaya çalışanlara yazar denir. Bu, yazarın çok ilkel bir tanıtımı olsa da, bu kısa tanıtım içinde çok önemli bir gerçek vardır. Geçimini kazanmak için yazı yazmak. Yani, geçimini kazanmak için araba kullanmak, berberlik yapmak, ayakkabı tamir etmek gibi..
Lafı nereye bağlayacağım diye düşünmeyin. Gayet basit, ben otuzsekiz yıllık yazarlık hayatımda tahminen 354647489983736 353637387362782 (boşuna okumayın) kelime yazı yazarak bir rekor kırarken, bu yazdığım yazıların bedeli olan paranın yüzde birini ancak kazanarak, yüzde doksandokuz kazık yedim.
Kimden mi?.. Önce tabii bizim meşhur Babıali olmak üzere, filmci, tiyatrocu, komik, şovmen, lokantacı, hayır cemiyetleri, özel şirketler ve birtakım özel ve tüzel kişilerden...
Beni neden bu kadar sömürdüler?
Gene de bu işin arkasında süper güçleri, yani Amerika veya Rusya’yı aramadım değil. Fakat ne Amerika, ne de Rusya, benim gibi küçücük bir yazarı sömürmek için gizli teşkilatlarını uyaracak zahmete neden girsinler?.. Sonra, oyunlarımı, senaryolarımı, yazılarımı alan gazeteleri, dergileri, tiyatroları, film prodüktörlerini, şovmenleri, komikleri ve öbür kimseleri Amerikan ve Rus ajanı olarak suçlamam yakışık almaz.. Ama beni yıllardır sömürenlerin bu ajanlardan daha az gaddar olduklarını kanıtlayamam..
Ayrıca bu kişilerin içinde benim eserlerimin altına kendi imzasını atacak kadar laubali olanlar, paramı vermek için alacağım paranın yirmi katı yol parası vermeme neden olanlar, yazdığım yazılardan pasajlar araklayıp sahnelerde oynayanlar, koskoca bir tiyatro oyununu ad değiştirerek turnelerde bütün yaz boyunca oynayan tiyatrocuların yaptıkları herhalde bir gizli ajanın yaptıklarından pek de ufak şeyler değildir. Ayrıca badman, yani kötü adam, ajan, yani casus kimseyi sömürmez, sadece para karşılığı en adi numaralara yatar. Hatta ajanın bir yerde aldatılmış ve terkedilmiş bir tarafı da vardır.
Neden beni sömürenlere, yani iyi niyetimi, kafamın ürünlerini, saf köylünün portakal bahçesini ucuza kapatan madrabaz gibi üçkâğıda getirenlere bu kadar gıcığım var? Bana neden hep kazık atmışlardı? Alnımda “Bu adam hıyardır” diye mi yazıyordu?
Sabahlara kadar, gözlerim kan çanağına dönene değin yazı makinasının başında inekleyip yazdığım senaryoları düşündüm.. Paralarının onda birini alamadığım, para yerine bono adında kâğıt parçaları hatta feshane malı ikibuçuk metre elbiselik kumaş aldığım ve tekrar tekrar yazdığım senaryoları.
Birileri kafamın içine el atmıştı yıllarca. Oradaki ürünleri araklayıp para haline getiriyorlardı. Sireno Dö Bercerak (doğrusunu bilen varsa yazsın) olsaydım ve gerek zekâmla, gerek kılıcımla bu herifleri hizaya getirseydim..
Birden karşıda, vaktiyle bana kazık atan bir tiyatrocuyu gördüm. İki oyunumu, okumak için almış ve sonra:
“Ah oyunlar, Zeyrek yangınında yandı Suavi Beyciğim. Bilseniz size karşı ne kadar mahcubum. Ama siz maşallah bu kafayla iki günde, tıkır tıkır daha iyisini yazıverirsiniz” demişti.
Elimde olmadan ve biraz önce içtiğim rakının etkisiyle: “Hırsız herif” diye biraz kuvvetle bağırmışım.
Tuhaf değil mi, o anda bir alay adam dönüp baktı. Ben o anda o bakanların hangi konuda hırsız olacaklarını mı düşünecektim. Gözümü armutların en iyisinden alan tiyatrocuya dikmiştim. Bu herif yıllardır Fransız vodvillerini araklayıp, kendini tiyatro yazarı sanan ve Fransızca bilen bir herife üçbuçuk kuruşa tercüme ettirip oynardı. Oynarken de hep dilini çıkarırdı. Adını hatırlamıştım, ama burda yazarak teşhir etmek istemem. Manavın karşısında sahnede yaptığı rolü tekrarlayıp komiklikler ederek kesekâğıdına bir armut fazla atmaya çalışıyordu..
Dönüp yürüdüm. Peki bu adamlar neden tiyatrocu, artist, filmci oluyorlardı. Çoğunun bu gibi sanata ilişkin şeylerle gerek görgü, gerek bilgi, gerek adamlık, gerek incelik ve estetik, zevk, gerek tip bakımından en ufak ilgileri yoktu. Bir gazinonun önüne geldim. Müthiş Komikler, Arsız Köpekler.. Bu ikisini iyi tanırdım.. Nasıl tanırdın? diye bir soruyla karşılaşmayacağıma emin olarak gene de şunu belirtmekte yarar var.
Bu Fazıl ile Hüsnü adındaki iki acayip yapılı herif seyirciden çok kendileri güldükleri, iyi köpek taklidi yaptıkları için isim olmuşlardı. Şişmanı ilkokul ikiye kadar okumuştu. Zayıfı Lorel taklidi yapardı. Babası eski bir hırsızdı. O kadar ağzı kalabalıktı ki, on dakika içinde kafaya almayacağı adam yoktu. Beni de bu Fazıl adındaki karavata getirmişti:
“Canım ağbiciğim.. Canım babacım. Üstadların bir tanesi.. Yani senin o Maydonoz dergisindeki şeylerinle büyüdük.”
Benim neyimle büyüdüklerini bu kadar açık söyleyenlere karşı bir sevgi duyduğumu anlamıştı:
“Babacığım. Sen şimdi ne yap biliyor musun? Başka hiçbir komiğe şov yazma. Yazma baba, ne yazıyorsun? Seni harcıyorlar.”
“Bak nasıl anladın...”
“Tabii, değil mi ulan Hüsnü?.. Baba sade bize yazsın, haftada da bin kâğıdını temiz alsın.”
Hüsnü Fazıl’a “çıldırmış mı acaba” gibilerden baktı. Hep onun sözlerini onayladığı için:
“Tabi temiz alsın” dedi.
Ve bir gazoz içerek Arsız Köpekler’in yazarı oldum. Arasına kopya kâğıdı koyarak da iki nüsha şu anlaşmayı yaptık: Bir tarafta yazar Suavi Süalp ve öbür tarafta Arsız Köpekler Fazıl ve Hüsnü şöyle anlaşmışlardır:
1- Yazar bütün yazdıklarını Fazıl ve Hüsnü için yazar..
2- Her hafta mubarek Cuma günü bin kâğıdını alır...
3- Eserlerin bütün hakkı Arsız Köpekler’indir.. Yazar Suavi Süalp eserlerini başkasına satamaz.
4- Komiklik tutmazsa yazar yenisini yazar.
5- Şarta uymayan taraf öbür tarafa 2 milyon lira maddi ve manevi tazminat ödemeyi şimdiden kabul eder. İhtilaf vukuunda başvurulacak mercii İstanbul yargı organlarıdır.
Ve imzalar. Bu kadar ciddiyet içinde yapılan bir işte hile olmazdı. Ben hemen o Cuma 1000 liranın hayaliyle aklıma gelen bütün komiklikleri sıraladım. Bunlarla Arsız Köpekler on yıl idare edebilirlerdi. Veee öyle de oldu..
Şimdi biri çıkıp, utanmadan şu soruyu sorabilir:
“Peki, her hafta bin liranızı aldınız mı?..”
Hayır. Alamadım, çünkü Arsız Köpekler perşembe günü İzmir Fuarı’na gitmişlerdi. Gazinoya gittiğim zaman program yoktu. Vakfıkebirlileri Sevenler Derneği üçyüz çocuğu sünnet ettiriyordu. Anlatabildim mi?
Arsız Köpekler afişte bana, “Nasıl seni kazıkladıkdı baba” dercesine bakıyorlardı. Arsız iki köpek.. İki tanınmış sanatçı. O anda ayağımı koklayan bir köpeğe elimde olmayarak bir tekme attım. Beni köpek gibi mazlum bir hayvandan soğutan ve köpek adını lekeleyen bu iki herifin afişine bir tükürük sallayarak yürüdüm.
En iyisi ben afişlere bakmaması gereken adam olduğumu bilmeliydim. Çünkü sinema, tiyatro, gazino, konser afişleri, her an karşıma yediğim kazıkları çıkarmak ve anımsatmak bakımından uyarıcı birer tehlikeydiler. Bir de bana alamadığım paraları alsaydım nelerim olurdu gibilerinden bir kuruntu gelmişti. Hani bazı adamlar yaşanmamış günleri yaşamış gibi olurlar ya.. Ne demekse.
Sinir ve Ruh Hastalıkları Mütehassısı Bedri Ruhlananduman diye bir tabelaya doğru yürüdüm. Birden içeriye girdim. Bacaklarının tatlı yuvarlaklığı hayatın yükünü unutturacak kadar hoş bir hemşire. Hem hemşire, hem sekreter.
“Doktor Bey boş mu?”
“Taksi boş mu?” gibi sorduğum bu soruyu hemşire gene nazik yanıtladı:
“Randevunuz var mıydı?”
“Hayır, geçerken uğradım. Zaten hayatımda ilk defa bir ruh doktoruna giriyorum.”
“Bilmem ki. Doktor Bey şu anda içerde kendini dinliyor ama, bir sorsam mı?”
“Sorun.. Belki kabul ederler..”
Kalktı. Götünün çok güzel olduğunu kanıtlayarak yürüdü ve kapıdan girdi.. Ben oturduğum yerde bir an yutkundum. Beni şöyle bir şey kazıklasaydı yüreğim yanmazdı diye düşündüm. Çok tuhaf değil mi, kadınlardan hiç parasal kazık yememiştim. İlk karım hariç. O beni buruşturmuş ve elimde ne varsa alıp kapı dışarı etmişti.
“Manyak karı” diye söylendim. Bir sigara yaktım. Ellerim titriyordu. Ağzım kurumuştu. Her an bir şey yapabilir miydim? Ama ne yapardım?
Hemşire kapıdan çıktı:
“Doktor Bey sizi bekliyor. Buyurun Hulusi Bey..”
“Adım Suavi Süalp.”
Bu laflarım üzerine hemşirenin hemen “Aaaa meşhur yazar Suavi Süalp siz misiniz? O halde..” demesini bekledim ama, o hiç de entelektüel bir hemşire olmadığını belirten bir sesle:
“Sürahi Bey mi,” dedi. “Sürahi Sulak..”
“Hayır, Süvari Surat...”
“Sürat mı?”
“Hayır Murat!. Kızım sen boşver, ne yazarsan yaz” diyerek kapıyı vurup doktorun odasına daldım.
Ruh doktoru Bedri Ruhlananduman eski Alman şövalyeleri tipinde bir adamdı. Uzun boylu, baykuş bakışlı ve çok zayıftı. Parmağında mor bir şövalye yüzük vardı. Ağzının yan tarafı biraz aşağı doğru kayıktı. Burnu kemerli ve Joan Veismuller’e benzeyen saçları vardı.
Şimdi burda hiç gereği yokken ruh doktorunu tarif etmemden benim de iyice bir manyak olduğumu anlamışsınızdır. Ama bunu şimdi doktor daha açık seçik ortaya çıkaracaktı:
“Oturun.”
“Oturmam.”
“Nasıl isterseniz. Neler hissediyorsunuz?”
“Bu çok zor bir soru doktor. Ben aslında tek şunu hissediyorum.”
“Örneğin neyi?”
“Ben aslında yazarım. Yani işim yazarlık...”
“Vizitem bin liradır. Belirteyim.”
“Neden yazar olduğumu söyleyince vizitenizi öne sürdünüz?”
“Ben herkese sürerim.”
“Krem misin doktor?”
Bu tuluatlarla karışık matrağa doktor bir an zoraki güldü:
“Burada soruları ben sormaya alışığım.”
“Kötü alıştırmışlar. Efendim, ben yazarım, demiştim. Bu meslek aslında bu memlekette özelliği olan bir meslek midir, değil midir?”
Doktor bana, içersi dolu bir otobüse bakar gibi baktı.
“Bu ne biçim laf! Tabii her meslek gibi yazarlık mesleğinin de bir özelliği vardır.”
“Sağolun. Peki yazar, yazdıklarıyla geçinen adam olduğuna göre ve de kafa ürünü de bir ürün olduğuna göre, neden bu ürün para etmez bizim ülkemizde doktor?”
Doktor hep avanta tiyatro davetiyesi bularak tiyatroya giden ya da gazeteyi ondan bundan okuyan biri olduğunu anımsatan tedirgin bir bakışla kaçamak bana baktı:
“Öhö.. Demek ki etmiyor..”
“Ama hep bu ürünlerle gazeteler çıkıyor, kitaplar, tiyatro, televizyon oyunları, film senaryoları yazılıyor.”
“Beyefendi bunların sizin hastalığınızla ne ilgisi var?”
“Ben yazarım dedim ya.. Bu söylediklerimin hepsini yıllardır yaptım ve paramı alamadım..”
“Paranızı ben mi verecektim. Gidip alın..”
“Yani fikre, sanata karşı saygı yok..”
“Yoksa ben mi yok ettim beyefendi. Siz hastalığınızdan bahsedin.”
“Oturup geceyi gündüze katıp, kafanızı patlatarak bir oyun veya skeç yazıyorsunuz, bunu araklayıp beş kuruş vermeden oynuyorlar.”
“Ben mi oynuyorum kardeşim. Ben hayatımda tiyatroya bile iki defa gittim.”
“O da Cimri piyesine değil mi?”
“Nerden bildiniz?”
“Şimdi siz bir ruh doktoru olarak, böyle beyni sömürülmüş ve bunun huzursuzluğunu çeken birine ne tavsiye edersiniz?”
“Ben tavsiye falan etmem. Siz bana hastalığınızı söyleyin.”
Deminden beri anlattığım şeylerden bir bok çakmayan büyük ruh doktoruna ters ters baktım ve: “Ben kendimi çamaşır mandalı sanıyorum doktor, ne yapayım?” dedim. Doktor hemen, alıştığı bir derde hazırlanmış yanıtı patlattı:
“Kendini çamaşır sepetine at..”
“Sana bir şey diyeyim mi doktor, sen ruh doktoru değil su motoru bile olamazsın” dedim ve ordan çıktım. Kaldığım otel odasında makinamın başına geçtiğimde biraz rahatlamıştım. Bana kazık atan atmıştı, artık bununla uğraşacak ne halim ne keyfim vardı. İçilen rakının davası olmazdı. Başımı kaldırdım, düşündüm, gözümün önünden türlü hareketler, film sahneleri, tiyatro galaları, şovlar geçti. Ödenmemiş bonolar, yukardan atılan şeref çiçekleri gibi uçtu. Bir arabanın üstündeydim. Kiralık bir katil, gez, göz, arpacık, beni tam birbirini dikine kesen çizginin ortasına almış tetiğe basacaktı ki, burnu kaşındı ve attığını tutturamadı. Ben gene yazacaktım.. Çalacaklar, gene yazacaktım. Yaşamak için değil, yazmayı sevdiğim için yazacaktım.
Oh be!.. Konyaktan hızla çektim ve aklıma gelen bir yazının başlığını atmak için tuşlara vurdum..
Ben yazarlığı bir televizyon programında bana spikerin bir soru sorması için başlamadım. Zaten yazarlığa başladığım zaman Türkiye’de televizyon yoktu.
Geçimini yazı yazarak kazanmaya çalışanlara yazar denir. Bu, yazarın çok ilkel bir tanıtımı olsa da, bu kısa tanıtım içinde çok önemli bir gerçek vardır. Geçimini kazanmak için yazı yazmak. Yani, geçimini kazanmak için araba kullanmak, berberlik yapmak, ayakkabı tamir etmek gibi..
Lafı nereye bağlayacağım diye düşünmeyin. Gayet basit, ben otuzsekiz yıllık yazarlık hayatımda tahminen 354647489983736 353637387362782 (boşuna okumayın) kelime yazı yazarak bir rekor kırarken, bu yazdığım yazıların bedeli olan paranın yüzde birini ancak kazanarak, yüzde doksandokuz kazık yedim.
Kimden mi?.. Önce tabii bizim meşhur Babıali olmak üzere, filmci, tiyatrocu, komik, şovmen, lokantacı, hayır cemiyetleri, özel şirketler ve birtakım özel ve tüzel kişilerden...
Beni neden bu kadar sömürdüler?
Gene de bu işin arkasında süper güçleri, yani Amerika veya Rusya’yı aramadım değil. Fakat ne Amerika, ne de Rusya, benim gibi küçücük bir yazarı sömürmek için gizli teşkilatlarını uyaracak zahmete neden girsinler?.. Sonra, oyunlarımı, senaryolarımı, yazılarımı alan gazeteleri, dergileri, tiyatroları, film prodüktörlerini, şovmenleri, komikleri ve öbür kimseleri Amerikan ve Rus ajanı olarak suçlamam yakışık almaz.. Ama beni yıllardır sömürenlerin bu ajanlardan daha az gaddar olduklarını kanıtlayamam..
Ayrıca bu kişilerin içinde benim eserlerimin altına kendi imzasını atacak kadar laubali olanlar, paramı vermek için alacağım paranın yirmi katı yol parası vermeme neden olanlar, yazdığım yazılardan pasajlar araklayıp sahnelerde oynayanlar, koskoca bir tiyatro oyununu ad değiştirerek turnelerde bütün yaz boyunca oynayan tiyatrocuların yaptıkları herhalde bir gizli ajanın yaptıklarından pek de ufak şeyler değildir. Ayrıca badman, yani kötü adam, ajan, yani casus kimseyi sömürmez, sadece para karşılığı en adi numaralara yatar. Hatta ajanın bir yerde aldatılmış ve terkedilmiş bir tarafı da vardır.
Neden beni sömürenlere, yani iyi niyetimi, kafamın ürünlerini, saf köylünün portakal bahçesini ucuza kapatan madrabaz gibi üçkâğıda getirenlere bu kadar gıcığım var? Bana neden hep kazık atmışlardı? Alnımda “Bu adam hıyardır” diye mi yazıyordu?
Sabahlara kadar, gözlerim kan çanağına dönene değin yazı makinasının başında inekleyip yazdığım senaryoları düşündüm.. Paralarının onda birini alamadığım, para yerine bono adında kâğıt parçaları hatta feshane malı ikibuçuk metre elbiselik kumaş aldığım ve tekrar tekrar yazdığım senaryoları.
Birileri kafamın içine el atmıştı yıllarca. Oradaki ürünleri araklayıp para haline getiriyorlardı. Sireno Dö Bercerak (doğrusunu bilen varsa yazsın) olsaydım ve gerek zekâmla, gerek kılıcımla bu herifleri hizaya getirseydim..
Birden karşıda, vaktiyle bana kazık atan bir tiyatrocuyu gördüm. İki oyunumu, okumak için almış ve sonra:
“Ah oyunlar, Zeyrek yangınında yandı Suavi Beyciğim. Bilseniz size karşı ne kadar mahcubum. Ama siz maşallah bu kafayla iki günde, tıkır tıkır daha iyisini yazıverirsiniz” demişti.
Elimde olmadan ve biraz önce içtiğim rakının etkisiyle: “Hırsız herif” diye biraz kuvvetle bağırmışım.
Tuhaf değil mi, o anda bir alay adam dönüp baktı. Ben o anda o bakanların hangi konuda hırsız olacaklarını mı düşünecektim. Gözümü armutların en iyisinden alan tiyatrocuya dikmiştim. Bu herif yıllardır Fransız vodvillerini araklayıp, kendini tiyatro yazarı sanan ve Fransızca bilen bir herife üçbuçuk kuruşa tercüme ettirip oynardı. Oynarken de hep dilini çıkarırdı. Adını hatırlamıştım, ama burda yazarak teşhir etmek istemem. Manavın karşısında sahnede yaptığı rolü tekrarlayıp komiklikler ederek kesekâğıdına bir armut fazla atmaya çalışıyordu..
Dönüp yürüdüm. Peki bu adamlar neden tiyatrocu, artist, filmci oluyorlardı. Çoğunun bu gibi sanata ilişkin şeylerle gerek görgü, gerek bilgi, gerek adamlık, gerek incelik ve estetik, zevk, gerek tip bakımından en ufak ilgileri yoktu. Bir gazinonun önüne geldim. Müthiş Komikler, Arsız Köpekler.. Bu ikisini iyi tanırdım.. Nasıl tanırdın? diye bir soruyla karşılaşmayacağıma emin olarak gene de şunu belirtmekte yarar var.
Bu Fazıl ile Hüsnü adındaki iki acayip yapılı herif seyirciden çok kendileri güldükleri, iyi köpek taklidi yaptıkları için isim olmuşlardı. Şişmanı ilkokul ikiye kadar okumuştu. Zayıfı Lorel taklidi yapardı. Babası eski bir hırsızdı. O kadar ağzı kalabalıktı ki, on dakika içinde kafaya almayacağı adam yoktu. Beni de bu Fazıl adındaki karavata getirmişti:
“Canım ağbiciğim.. Canım babacım. Üstadların bir tanesi.. Yani senin o Maydonoz dergisindeki şeylerinle büyüdük.”
Benim neyimle büyüdüklerini bu kadar açık söyleyenlere karşı bir sevgi duyduğumu anlamıştı:
“Babacığım. Sen şimdi ne yap biliyor musun? Başka hiçbir komiğe şov yazma. Yazma baba, ne yazıyorsun? Seni harcıyorlar.”
“Bak nasıl anladın...”
“Tabii, değil mi ulan Hüsnü?.. Baba sade bize yazsın, haftada da bin kâğıdını temiz alsın.”
Hüsnü Fazıl’a “çıldırmış mı acaba” gibilerden baktı. Hep onun sözlerini onayladığı için:
“Tabi temiz alsın” dedi.
Ve bir gazoz içerek Arsız Köpekler’in yazarı oldum. Arasına kopya kâğıdı koyarak da iki nüsha şu anlaşmayı yaptık: Bir tarafta yazar Suavi Süalp ve öbür tarafta Arsız Köpekler Fazıl ve Hüsnü şöyle anlaşmışlardır:
1- Yazar bütün yazdıklarını Fazıl ve Hüsnü için yazar..
2- Her hafta mubarek Cuma günü bin kâğıdını alır...
3- Eserlerin bütün hakkı Arsız Köpekler’indir.. Yazar Suavi Süalp eserlerini başkasına satamaz.
4- Komiklik tutmazsa yazar yenisini yazar.
5- Şarta uymayan taraf öbür tarafa 2 milyon lira maddi ve manevi tazminat ödemeyi şimdiden kabul eder. İhtilaf vukuunda başvurulacak mercii İstanbul yargı organlarıdır.
Ve imzalar. Bu kadar ciddiyet içinde yapılan bir işte hile olmazdı. Ben hemen o Cuma 1000 liranın hayaliyle aklıma gelen bütün komiklikleri sıraladım. Bunlarla Arsız Köpekler on yıl idare edebilirlerdi. Veee öyle de oldu..
Şimdi biri çıkıp, utanmadan şu soruyu sorabilir:
“Peki, her hafta bin liranızı aldınız mı?..”
Hayır. Alamadım, çünkü Arsız Köpekler perşembe günü İzmir Fuarı’na gitmişlerdi. Gazinoya gittiğim zaman program yoktu. Vakfıkebirlileri Sevenler Derneği üçyüz çocuğu sünnet ettiriyordu. Anlatabildim mi?
Arsız Köpekler afişte bana, “Nasıl seni kazıkladıkdı baba” dercesine bakıyorlardı. Arsız iki köpek.. İki tanınmış sanatçı. O anda ayağımı koklayan bir köpeğe elimde olmayarak bir tekme attım. Beni köpek gibi mazlum bir hayvandan soğutan ve köpek adını lekeleyen bu iki herifin afişine bir tükürük sallayarak yürüdüm.
En iyisi ben afişlere bakmaması gereken adam olduğumu bilmeliydim. Çünkü sinema, tiyatro, gazino, konser afişleri, her an karşıma yediğim kazıkları çıkarmak ve anımsatmak bakımından uyarıcı birer tehlikeydiler. Bir de bana alamadığım paraları alsaydım nelerim olurdu gibilerinden bir kuruntu gelmişti. Hani bazı adamlar yaşanmamış günleri yaşamış gibi olurlar ya.. Ne demekse.
Sinir ve Ruh Hastalıkları Mütehassısı Bedri Ruhlananduman diye bir tabelaya doğru yürüdüm. Birden içeriye girdim. Bacaklarının tatlı yuvarlaklığı hayatın yükünü unutturacak kadar hoş bir hemşire. Hem hemşire, hem sekreter.
“Doktor Bey boş mu?”
“Taksi boş mu?” gibi sorduğum bu soruyu hemşire gene nazik yanıtladı:
“Randevunuz var mıydı?”
“Hayır, geçerken uğradım. Zaten hayatımda ilk defa bir ruh doktoruna giriyorum.”
“Bilmem ki. Doktor Bey şu anda içerde kendini dinliyor ama, bir sorsam mı?”
“Sorun.. Belki kabul ederler..”
Kalktı. Götünün çok güzel olduğunu kanıtlayarak yürüdü ve kapıdan girdi.. Ben oturduğum yerde bir an yutkundum. Beni şöyle bir şey kazıklasaydı yüreğim yanmazdı diye düşündüm. Çok tuhaf değil mi, kadınlardan hiç parasal kazık yememiştim. İlk karım hariç. O beni buruşturmuş ve elimde ne varsa alıp kapı dışarı etmişti.
“Manyak karı” diye söylendim. Bir sigara yaktım. Ellerim titriyordu. Ağzım kurumuştu. Her an bir şey yapabilir miydim? Ama ne yapardım?
Hemşire kapıdan çıktı:
“Doktor Bey sizi bekliyor. Buyurun Hulusi Bey..”
“Adım Suavi Süalp.”
Bu laflarım üzerine hemşirenin hemen “Aaaa meşhur yazar Suavi Süalp siz misiniz? O halde..” demesini bekledim ama, o hiç de entelektüel bir hemşire olmadığını belirten bir sesle:
“Sürahi Bey mi,” dedi. “Sürahi Sulak..”
“Hayır, Süvari Surat...”
“Sürat mı?”
“Hayır Murat!. Kızım sen boşver, ne yazarsan yaz” diyerek kapıyı vurup doktorun odasına daldım.
Ruh doktoru Bedri Ruhlananduman eski Alman şövalyeleri tipinde bir adamdı. Uzun boylu, baykuş bakışlı ve çok zayıftı. Parmağında mor bir şövalye yüzük vardı. Ağzının yan tarafı biraz aşağı doğru kayıktı. Burnu kemerli ve Joan Veismuller’e benzeyen saçları vardı.
Şimdi burda hiç gereği yokken ruh doktorunu tarif etmemden benim de iyice bir manyak olduğumu anlamışsınızdır. Ama bunu şimdi doktor daha açık seçik ortaya çıkaracaktı:
“Oturun.”
“Oturmam.”
“Nasıl isterseniz. Neler hissediyorsunuz?”
“Bu çok zor bir soru doktor. Ben aslında tek şunu hissediyorum.”
“Örneğin neyi?”
“Ben aslında yazarım. Yani işim yazarlık...”
“Vizitem bin liradır. Belirteyim.”
“Neden yazar olduğumu söyleyince vizitenizi öne sürdünüz?”
“Ben herkese sürerim.”
“Krem misin doktor?”
Bu tuluatlarla karışık matrağa doktor bir an zoraki güldü:
“Burada soruları ben sormaya alışığım.”
“Kötü alıştırmışlar. Efendim, ben yazarım, demiştim. Bu meslek aslında bu memlekette özelliği olan bir meslek midir, değil midir?”
Doktor bana, içersi dolu bir otobüse bakar gibi baktı.
“Bu ne biçim laf! Tabii her meslek gibi yazarlık mesleğinin de bir özelliği vardır.”
“Sağolun. Peki yazar, yazdıklarıyla geçinen adam olduğuna göre ve de kafa ürünü de bir ürün olduğuna göre, neden bu ürün para etmez bizim ülkemizde doktor?”
Doktor hep avanta tiyatro davetiyesi bularak tiyatroya giden ya da gazeteyi ondan bundan okuyan biri olduğunu anımsatan tedirgin bir bakışla kaçamak bana baktı:
“Öhö.. Demek ki etmiyor..”
“Ama hep bu ürünlerle gazeteler çıkıyor, kitaplar, tiyatro, televizyon oyunları, film senaryoları yazılıyor.”
“Beyefendi bunların sizin hastalığınızla ne ilgisi var?”
“Ben yazarım dedim ya.. Bu söylediklerimin hepsini yıllardır yaptım ve paramı alamadım..”
“Paranızı ben mi verecektim. Gidip alın..”
“Yani fikre, sanata karşı saygı yok..”
“Yoksa ben mi yok ettim beyefendi. Siz hastalığınızdan bahsedin.”
“Oturup geceyi gündüze katıp, kafanızı patlatarak bir oyun veya skeç yazıyorsunuz, bunu araklayıp beş kuruş vermeden oynuyorlar.”
“Ben mi oynuyorum kardeşim. Ben hayatımda tiyatroya bile iki defa gittim.”
“O da Cimri piyesine değil mi?”
“Nerden bildiniz?”
“Şimdi siz bir ruh doktoru olarak, böyle beyni sömürülmüş ve bunun huzursuzluğunu çeken birine ne tavsiye edersiniz?”
“Ben tavsiye falan etmem. Siz bana hastalığınızı söyleyin.”
Deminden beri anlattığım şeylerden bir bok çakmayan büyük ruh doktoruna ters ters baktım ve: “Ben kendimi çamaşır mandalı sanıyorum doktor, ne yapayım?” dedim. Doktor hemen, alıştığı bir derde hazırlanmış yanıtı patlattı:
“Kendini çamaşır sepetine at..”
“Sana bir şey diyeyim mi doktor, sen ruh doktoru değil su motoru bile olamazsın” dedim ve ordan çıktım. Kaldığım otel odasında makinamın başına geçtiğimde biraz rahatlamıştım. Bana kazık atan atmıştı, artık bununla uğraşacak ne halim ne keyfim vardı. İçilen rakının davası olmazdı. Başımı kaldırdım, düşündüm, gözümün önünden türlü hareketler, film sahneleri, tiyatro galaları, şovlar geçti. Ödenmemiş bonolar, yukardan atılan şeref çiçekleri gibi uçtu. Bir arabanın üstündeydim. Kiralık bir katil, gez, göz, arpacık, beni tam birbirini dikine kesen çizginin ortasına almış tetiğe basacaktı ki, burnu kaşındı ve attığını tutturamadı. Ben gene yazacaktım.. Çalacaklar, gene yazacaktım. Yaşamak için değil, yazmayı sevdiğim için yazacaktım.
Oh be!.. Konyaktan hızla çektim ve aklıma gelen bir yazının başlığını atmak için tuşlara vurdum..
16 Kasım 2010 Salı
11 Kasım 2010 Perşembe
9 Kasım 2010 Salı
"OLACAK" DA NEREYE KADAR GÖZÜM? HER YERİ "İNSAN KONSERVELERİ" SARDI. GERİYE KALAN DA AVM, HES VE KÖPRÜ.
Beton dediğin de bi yere kadar be annem. Bu memleketin gelecekteki üçerden bilmemkaç çocuğuna, soluycak temiz hava da lazım, temiz içme suyuyla tırmanacak ağaç da.
Yanlış mı konuşuyorum müdürüm.
Tamam ööleyse çekiliyim dök betonunu...
Bak ama bi daha söyliyelim tüylü dillerle;
"Son ağaç kesildiğinde, son nehir kirlendiğinde,son balık avlandığında; beyaz adam paranın yenmeyen birşey olduğunu anlayacak...."
3 Kasım 2010 Çarşamba
BALTALI İLAH ZAGOR TENAY'IN ÇİZERİ ŞEHRİMİZDE
30 Ekim 2010 Cumartesi günü açılan 29. İstanbul Kitap Fuarı bu yıl pek çok yabancı çizgi romancıyı konuk edecek. Bunlardan şüphesiz bizler için en ilginç isim Zagor'un çizeri Gallieno Ferri. Ferri 4 Kasım gecesi önce Kadıköy'de Kargaart'a sonra da 6 Kasım'da Tüyap'a konuk olacak...
MİZAHHABER- Zagor’un efsanevi çizeri Gallieno Ferri ve İtalya’nın önde gelen çizgi roman çizerleri 29. Tüyap İstanbul Kitap Fuarı kapsamında Türkiye'ye konuk oluyorlar. 29. İstanbul Kitap Fuarına başta efsane çizgi roman Zagor'un çizeri Gallieno Ferri olmak üzere; Gianfranco Manfredi, Moreno Burattini, Graziano Romani, Laura Scarpa, Marcello Toninelli, Diego Cajelli, Riccardo Burchielli ve Marco Schiavone konuk olarak katılacaklar. İtalyan çizgi roman çizerleri; 6 Kasım 2010 Cumartesi günü İstanbul Kitap Fuarı’nda düzenlenecek söyleşide okurlarıyla buluşacak. 6 Kasım Cumartesi Tüyap'ta Karadeniz Salonunda saat:18.30'da başlayacak olan söyleşide "Amerikan Çizgi Romanları ve Fumetti" konuşulacak. Bu söyleşiye; Gallieno Ferri, Gianfranco Manfredi, Laura Scarpa, Moreno Burattini, Diego Cajelli, Riccardo Burchielli, Marcello Toninelli ile Türk çizgi romancı Ersin Burak katılacaklar. Ancak Kadıköy'lüler TÜYAP'taki etkinlikten 2 gün önce Kadıköy Kadife Sokak'taki Kargaart'ta düzenlecek özel gecede Zagor'un çizeri Ferri ile tanışabilecekler.
4 KASIM GECESİ FERRİ KARGART'TA...
30 yaşın üstü, özellikle de 40 yaş üstü herkesin yaşamında epeyce önemli yer tutan çizgi romanlardan biri olan Zagor'un 81 yaşındaki çizeri Gallieno Ferri 4 Kasım Perşembe gecesi 1001 Roman Yayıncılığın organize ettiği gecede Kargart'a konuk olacak. Gecede İtalyan rock yıldızı Graziano Romani Zagor için çıkarttığı "Zagor King Of Darkwood" adlı albümünü canlı olarak seslendirecek. Geceye katılanlar bu konserin öncesinde Kargaart'taki Zagor sergisini gezebilecek ve Ferri'nin söyleşisini dinleyebilecek ve Ferri'ye Zagor imzalatma şansı bulabilecek...
2 Kasım 2010 Salı
29 Ekim 2010 Cuma
SARI DOBRA: BEYİMLE SEMİREREK EVLENDİK
BEYİMLE SEMİREREK EVLENDİK AMA...
Merhaba Lanbânu Hanım. Beyim Çağdaş'la semirerek evlendik. Doğru okudunuz sevişerek değil. Kendisiyle aynı işyerinde çalışırken, ben "Erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer" düsturu gereğince, Çağdaş'a evden getirdiğim öğlen yemeklerinden yidirmeye başladım. Elceğizimle yaptığım cevizli kadayıf dolmaları, hünkârbeğendiler, içli pilav, kısır, kolböreği ve sarmalar, beraberinde tutkulu bir aşk getirdi.
Çağdaş'ın doksansekiz, benim seksendokuz kilo olduğumuz doksanyedi yılında aile arasında yapılan sade bir törenle dünya evine girdik. Aynı yılın sonunda onar kilo daha aldık. Evlilik hayatının huzur ve güven dolu ortamında kanepeye kurulup sıcak bir battaniye altında sarmaş dolaş televizyon izlerken elbette çok mutluyduk. Minik çerez tabakları, tereyağında patlatılmış mısırlar, maç geceleri bi kaç kutu bira... Sözün kısası, dışardaki vahşi dünyadan uzakta birbirimize yetiyorduk, herkes ilişkimize gıptayla bakıyor, "Rüveysâ bu tiple hayatta koca bulamaz" diyen faraş ağızlı karılar hasetlikten yarılıyorlardı...
KENDİMİZDEN GEÇTİĞİMİZ BİR GECE KANEPEYİ KIRDIK
Evet aşkımızın mabedi, sunak yeri, beşiği, televizyon karşısındaki o kanepe kendimizden geçtiğimiz bir Yaprak Dökümü gecesi çattadanak kırıldı. Dizinin en heyecanlı yeriydi, mısır patlağı ve cevizli sucuk yiyerek Ali Rıza Bey'in başına gelen talihsizlikleri izlerken hop oturup hop kalkıyorduk. Hiç unutmuyorum o esnada bir "sıralı otogaz sistemi" reklamıyla dizi kesildi. Beyim Çağdaş "Tam da yerinde kesiyo şerefsizler. Hay sokiim, sıralı otogaz sisteminize" diyerek kanepede şöyle bir doğruldu. Belki aynı anda ben de gereksiz bir devinime girmiş olabilirim, bilmiyorum. Uzatmıyayım, o kanepe o gece kırıldı ve bu olay mutluluğumuzun dönüm noktası oldu.
Çağdaş, kırılan kanepeye ait çivi ve kıymıklarla yarlanırken ben olayı hafif sıyrıklarla atlattım.
AŞKIMIZI BİTİREN TETANOS AŞISI
Beyimin böğrüne giren paslı kanepe çivileri nedeniyle hastaneye gitmiştik. Kendisine hastabakıcı Zuhal'in vurduğu tetanos iğnesi'nin ilişkimize hunharca enjekte edilen bir ayrılık zehri olduğunu nerden bilebilirdim.
Daha o dakka Zuhal karısı beyimin göbeğinde aşı vurduğu yeri oğuştururken "Yazık size pek kilolusunuz Çağdaş Bey. Obezite'nin kanserle beraber bir çok soruna yolaçtığını biliyoruz" diyerekten işveli cümleler kurmaya başlamıştı.
Bu olaydan sonra Çağdaş yüzseksen kilo, düzeltiyorum, yüzseksen derece değişti, bambaşka bir insan oldu. Yıllarca ilmek ilmek örerek kendime koca yaptığım o domestik tombik gitti, yerine kurnaz planlar içinde dönen bir fırıldak geldi. Artık yemeklerimi yemiyor, Yaprak Dökümü'nü geçtim Kurtlar Vadisi'yle Ezel'i bile seyretmiyor, bir zamanlar yayın saatini iple çektiği, arasına sıralı otogaz sistemleri reklamı girince deliye döndüğü bu dizilerin yayın saatinde kilo verme amaçlı yürüyüşlere çıkıyordu.
ERKEĞİMİN KALBİNE TEK VESAİTLE GİTTİĞİM YOLU DARALTTI SÜRTÜK
Sessiz telefonlar, uzayan kilo verme koşuları, "Hassas terazide tartılıcam" diye ortadan kaybolmalar.... Bütün bunlar başta beni kuşkulandırmamıştı. Çağdaş; kupon yapıp lig tivi seyreden, cumartesileri muhakkak annemgile gittiğimiz, pazarları düzenli olarak oto yıkamacıda Doblosunu yıkatan, herşeyi ayna gibi ortada, ideal kocamdı benim. Hakkaten aklıma kötü bişey gelmiyordu. Şimdi düşünüyorumda aklım yokmuş benim.
"Hanım ben düşündüm taşındım, mideme kelepçe taktıracam" dediğinde sevinmiştim. Kelepçeylen felan kilo verirse koşuya çıkıp ortadan kaybolmaklardan vazgeçebilirdi. Hemen onay verdim kendisine.
Ne kadar salakmışım ki kelepçe ameliyatından sonra başucundan ayrılmayan Zuhal karısının cilveli hallerini "Normaldir, kadıncaaz hastabakıcı, burda çalışıyor. Hepimiz aslen Yozgatlı olduğumuz için nekâhat dönemindeki hemşehrisine sahap çıkıyor" diye değerlendirmiştim.
Heyhat, bir zamandan midesinden geçen yolla kalbine gittiğim Çağdaş yuva yıkıcı bir kadın tarafından midesine kelepçe taktırtmaya ayartılmış, benim geçtiğim yolları trafiğe kapatmıştı. Kısa süre içinde Çağdaş
* 95 kilo birden verdi, saç ektirdi, bıyığını kesti, arabayı değiştirdi.
* Cumartesi günleri annemgile gitmez, kupon yapmaz oldu.
* Yozgat Yerköv'deki atadan kalma tarlaları sattı, parasıynan "yatırım yaptım" dedi. (Meğersem Zuhal karısına Haznedar Kiptaş'tan daire almış. Bunu ben sonradan öğreniyorum)
* "İşyerindekilerle beraber umreye gidiyoruz. Şimdi gitmemek olmaz, devir böyle gidemem felan dersem patron bi kalemde siler beni. Onun da eli mecbur biyerde, ekmeğinin peşinde ihale kovalıyo" diyerekten on günlüğüne kayboldu. (Zuhal karısıyla güneyde sanatçılı bir otele gidip alem yapmış eşşoğleşek. Tabi ben bunu sonradan öğreniyorum)
* "Kelepçe enfeksiyon yapmış, haftanın iki gecesi kliniğe yatıp serum alıcam" deyip eve gelmeyi de kesti (Klinik mlinik yok ortada. Zuhal'e açtığı eve gidip orada sabahlıyomuş körolası. Ben bunu sonradan öğreniyorum tabi)...
Hızla karşı manevra yapıp ben de Sibel Can diyeti yapmaya başladım, terleten eşortman, tokluk sinyali gönderen yüksük, göbekten titreten kemer kullandım... Ama iş işten geçmişti bir kere... Sonradan öğreniyorum, kaynım Sefer'e "Abi ben Rüveysâ'yı o tombuş haliyle seviyodum. Tuttu iskeletora çevirdi kendini, hepten sıtkım sıyrıldı vallahi" diyesiymiş.
Anacım sen söyle, naapıyım şimdi ben? Kocamı bana geri verebilir misin?
(...)
Merhaba Lanbânu Hanım. Beyim Çağdaş'la semirerek evlendik. Doğru okudunuz sevişerek değil. Kendisiyle aynı işyerinde çalışırken, ben "Erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer" düsturu gereğince, Çağdaş'a evden getirdiğim öğlen yemeklerinden yidirmeye başladım. Elceğizimle yaptığım cevizli kadayıf dolmaları, hünkârbeğendiler, içli pilav, kısır, kolböreği ve sarmalar, beraberinde tutkulu bir aşk getirdi.
Çağdaş'ın doksansekiz, benim seksendokuz kilo olduğumuz doksanyedi yılında aile arasında yapılan sade bir törenle dünya evine girdik. Aynı yılın sonunda onar kilo daha aldık. Evlilik hayatının huzur ve güven dolu ortamında kanepeye kurulup sıcak bir battaniye altında sarmaş dolaş televizyon izlerken elbette çok mutluyduk. Minik çerez tabakları, tereyağında patlatılmış mısırlar, maç geceleri bi kaç kutu bira... Sözün kısası, dışardaki vahşi dünyadan uzakta birbirimize yetiyorduk, herkes ilişkimize gıptayla bakıyor, "Rüveysâ bu tiple hayatta koca bulamaz" diyen faraş ağızlı karılar hasetlikten yarılıyorlardı...
KENDİMİZDEN GEÇTİĞİMİZ BİR GECE KANEPEYİ KIRDIK
Evet aşkımızın mabedi, sunak yeri, beşiği, televizyon karşısındaki o kanepe kendimizden geçtiğimiz bir Yaprak Dökümü gecesi çattadanak kırıldı. Dizinin en heyecanlı yeriydi, mısır patlağı ve cevizli sucuk yiyerek Ali Rıza Bey'in başına gelen talihsizlikleri izlerken hop oturup hop kalkıyorduk. Hiç unutmuyorum o esnada bir "sıralı otogaz sistemi" reklamıyla dizi kesildi. Beyim Çağdaş "Tam da yerinde kesiyo şerefsizler. Hay sokiim, sıralı otogaz sisteminize" diyerek kanepede şöyle bir doğruldu. Belki aynı anda ben de gereksiz bir devinime girmiş olabilirim, bilmiyorum. Uzatmıyayım, o kanepe o gece kırıldı ve bu olay mutluluğumuzun dönüm noktası oldu.
Çağdaş, kırılan kanepeye ait çivi ve kıymıklarla yarlanırken ben olayı hafif sıyrıklarla atlattım.
AŞKIMIZI BİTİREN TETANOS AŞISI
Beyimin böğrüne giren paslı kanepe çivileri nedeniyle hastaneye gitmiştik. Kendisine hastabakıcı Zuhal'in vurduğu tetanos iğnesi'nin ilişkimize hunharca enjekte edilen bir ayrılık zehri olduğunu nerden bilebilirdim.
Daha o dakka Zuhal karısı beyimin göbeğinde aşı vurduğu yeri oğuştururken "Yazık size pek kilolusunuz Çağdaş Bey. Obezite'nin kanserle beraber bir çok soruna yolaçtığını biliyoruz" diyerekten işveli cümleler kurmaya başlamıştı.
Bu olaydan sonra Çağdaş yüzseksen kilo, düzeltiyorum, yüzseksen derece değişti, bambaşka bir insan oldu. Yıllarca ilmek ilmek örerek kendime koca yaptığım o domestik tombik gitti, yerine kurnaz planlar içinde dönen bir fırıldak geldi. Artık yemeklerimi yemiyor, Yaprak Dökümü'nü geçtim Kurtlar Vadisi'yle Ezel'i bile seyretmiyor, bir zamanlar yayın saatini iple çektiği, arasına sıralı otogaz sistemleri reklamı girince deliye döndüğü bu dizilerin yayın saatinde kilo verme amaçlı yürüyüşlere çıkıyordu.
ERKEĞİMİN KALBİNE TEK VESAİTLE GİTTİĞİM YOLU DARALTTI SÜRTÜK
Sessiz telefonlar, uzayan kilo verme koşuları, "Hassas terazide tartılıcam" diye ortadan kaybolmalar.... Bütün bunlar başta beni kuşkulandırmamıştı. Çağdaş; kupon yapıp lig tivi seyreden, cumartesileri muhakkak annemgile gittiğimiz, pazarları düzenli olarak oto yıkamacıda Doblosunu yıkatan, herşeyi ayna gibi ortada, ideal kocamdı benim. Hakkaten aklıma kötü bişey gelmiyordu. Şimdi düşünüyorumda aklım yokmuş benim.
"Hanım ben düşündüm taşındım, mideme kelepçe taktıracam" dediğinde sevinmiştim. Kelepçeylen felan kilo verirse koşuya çıkıp ortadan kaybolmaklardan vazgeçebilirdi. Hemen onay verdim kendisine.
Ne kadar salakmışım ki kelepçe ameliyatından sonra başucundan ayrılmayan Zuhal karısının cilveli hallerini "Normaldir, kadıncaaz hastabakıcı, burda çalışıyor. Hepimiz aslen Yozgatlı olduğumuz için nekâhat dönemindeki hemşehrisine sahap çıkıyor" diye değerlendirmiştim.
Heyhat, bir zamandan midesinden geçen yolla kalbine gittiğim Çağdaş yuva yıkıcı bir kadın tarafından midesine kelepçe taktırtmaya ayartılmış, benim geçtiğim yolları trafiğe kapatmıştı. Kısa süre içinde Çağdaş
* 95 kilo birden verdi, saç ektirdi, bıyığını kesti, arabayı değiştirdi.
* Cumartesi günleri annemgile gitmez, kupon yapmaz oldu.
* Yozgat Yerköv'deki atadan kalma tarlaları sattı, parasıynan "yatırım yaptım" dedi. (Meğersem Zuhal karısına Haznedar Kiptaş'tan daire almış. Bunu ben sonradan öğreniyorum)
* "İşyerindekilerle beraber umreye gidiyoruz. Şimdi gitmemek olmaz, devir böyle gidemem felan dersem patron bi kalemde siler beni. Onun da eli mecbur biyerde, ekmeğinin peşinde ihale kovalıyo" diyerekten on günlüğüne kayboldu. (Zuhal karısıyla güneyde sanatçılı bir otele gidip alem yapmış eşşoğleşek. Tabi ben bunu sonradan öğreniyorum)
* "Kelepçe enfeksiyon yapmış, haftanın iki gecesi kliniğe yatıp serum alıcam" deyip eve gelmeyi de kesti (Klinik mlinik yok ortada. Zuhal'e açtığı eve gidip orada sabahlıyomuş körolası. Ben bunu sonradan öğreniyorum tabi)...
Hızla karşı manevra yapıp ben de Sibel Can diyeti yapmaya başladım, terleten eşortman, tokluk sinyali gönderen yüksük, göbekten titreten kemer kullandım... Ama iş işten geçmişti bir kere... Sonradan öğreniyorum, kaynım Sefer'e "Abi ben Rüveysâ'yı o tombuş haliyle seviyodum. Tuttu iskeletora çevirdi kendini, hepten sıtkım sıyrıldı vallahi" diyesiymiş.
Anacım sen söyle, naapıyım şimdi ben? Kocamı bana geri verebilir misin?
(...)
CUMHURİYETİ NİÇİN YIKAMAZSINIZ?
Cumhuriyet gazetesindeki yazılarına 3 Kasım'da başlayacak olan Bekir Coşkun, Cumhuriyet Ankara'nın 29 Ekim özel sayısına başyazı yazdı... (Vatan)
Cumhuriyeti niçin yıkamazsınız?
Bekir Coşkun - Onuncu Köy
Başınızı dört bir yana çevirip bakın; her şey Cumhuriyetin eseridir…
Şu şehirler, şu kasabalar, şu yollar, şu otomobil fabrikaları, şu üniversiteler, şu okullar, şu hastaneler…
Şu okul bahçesinde oynayan çocuklar…
Şu üniversiteli kız…
Şu sırtında bilgisayar çantası olan oğlan…
Son lokması ağzında, saçına tokasını takarken işine koşan kadın…
Şu alnında yaşamın derin çizgilerini taşıyan duraktaki adam…
Ben…
Siz…
Hepimiz…
Türkiye Büyük Millet Meclisi…
Cumhurbaşkanı…
Başbakan…
İktidar, muhalefet, siyaset, seçim sandıkları, tümü Cumhuriyetin eseridir…
Cumhuriyetin koltuğuna oturmuş, Cumhuriyete burun kıvıran badem bıyıklı… Cumhuriyet olmasaydı inek güdecekti, Cumhuriyet adam etmiştir onu…
Cumhuriyetin eseridir…
Övünerek yaptıklarını söyledikleri her şey, ama her şey cumhuriyetin eseridir…
Türbanlısı…
Cüppelisi…
Yobazı dahi…
Tümü Cumhuriyet’in sağladığı özgürlük ortamının eserleridir…
“Çok iş yaptık” diyor cumhuriyete kızan ahmak…
Sekiz senede mi büyütüp de yetiştirdin; ekonomistleri, bankacıları, profesörleri, bürokratları, gemi, uçak, makine mühendislerini?.. O yolları yapan şantiye şefini, o dozer şoförünü, o haritacıyı, o kısım amirini, o plancıları?..Pekiiii…Cumhuriyet olmasaydı hangi toprak üzerine yapacaktın yol, hangi toprak üzerine kuracaktın fabrika?.. Hangi özgür-bağımsız ülkenin, hangi çağdaş okullarında büyümüş, hangi Batı gibi üniversitelerde okumuş insan gücü sana “çok iş yaptık” deme olanağını verecekti?..
Cumhuriyeti yıkma hevesiniz için dahi ona muhtaçsınız..Onun demokrasisinden yararlanmak, onun özgürlük ortamına sığınmak, onun kurumlarını ve kurallarını kullanmak, onun koltuklarına oturmak, onun kıyafetini giymek, onun çatısı altında durmak zorundasınız…
Cumhuriyetin gücü de buradan gelir…
Bu yüzdendir; yıkamazsınız Cumhuriyeti…
Cumhuriyeti niçin yıkamazsınız?
Bekir Coşkun - Onuncu Köy
Başınızı dört bir yana çevirip bakın; her şey Cumhuriyetin eseridir…
Şu şehirler, şu kasabalar, şu yollar, şu otomobil fabrikaları, şu üniversiteler, şu okullar, şu hastaneler…
Şu okul bahçesinde oynayan çocuklar…
Şu üniversiteli kız…
Şu sırtında bilgisayar çantası olan oğlan…
Son lokması ağzında, saçına tokasını takarken işine koşan kadın…
Şu alnında yaşamın derin çizgilerini taşıyan duraktaki adam…
Ben…
Siz…
Hepimiz…
Türkiye Büyük Millet Meclisi…
Cumhurbaşkanı…
Başbakan…
İktidar, muhalefet, siyaset, seçim sandıkları, tümü Cumhuriyetin eseridir…
Cumhuriyetin koltuğuna oturmuş, Cumhuriyete burun kıvıran badem bıyıklı… Cumhuriyet olmasaydı inek güdecekti, Cumhuriyet adam etmiştir onu…
Cumhuriyetin eseridir…
Övünerek yaptıklarını söyledikleri her şey, ama her şey cumhuriyetin eseridir…
Türbanlısı…
Cüppelisi…
Yobazı dahi…
Tümü Cumhuriyet’in sağladığı özgürlük ortamının eserleridir…
“Çok iş yaptık” diyor cumhuriyete kızan ahmak…
Sekiz senede mi büyütüp de yetiştirdin; ekonomistleri, bankacıları, profesörleri, bürokratları, gemi, uçak, makine mühendislerini?.. O yolları yapan şantiye şefini, o dozer şoförünü, o haritacıyı, o kısım amirini, o plancıları?..Pekiiii…Cumhuriyet olmasaydı hangi toprak üzerine yapacaktın yol, hangi toprak üzerine kuracaktın fabrika?.. Hangi özgür-bağımsız ülkenin, hangi çağdaş okullarında büyümüş, hangi Batı gibi üniversitelerde okumuş insan gücü sana “çok iş yaptık” deme olanağını verecekti?..
Cumhuriyeti yıkma hevesiniz için dahi ona muhtaçsınız..Onun demokrasisinden yararlanmak, onun özgürlük ortamına sığınmak, onun kurumlarını ve kurallarını kullanmak, onun koltuklarına oturmak, onun kıyafetini giymek, onun çatısı altında durmak zorundasınız…
Cumhuriyetin gücü de buradan gelir…
Bu yüzdendir; yıkamazsınız Cumhuriyeti…
27 Ekim 2010 Çarşamba
SIKILHAN: "TEBRİKLER KOL SAATİ KAZANDINIZ" YETER ARTIKIN!
- Aloğ, Sıkılhan Öflan'la mı görüşüyorum Nurcall ben, şey çağrı merkezinden arıyorum, aezin kızlık soyadı, doom taariniz günayıl olarak... Her neyse sizi şunun için aradım, tebrikler kol saati kazandınız...
- Ohağğ... Bu kadar mı düştünüz Nurcall? "Tebrikler kolsaati, kontör, bedava tatil kazandınız" felan diye basit dolandırıcılıklara mı kaldınız? Çıkardınız beyaz yakaları ha, altgeçitlerde kıstırıp cüzdan için piçak da çekersiniz yakında siz insana...
- Saçmalama sayın abone o kadar da diil. Şirket küçülmeye gitti, araştırma- geliştirme, ARGE bölümünden eleman çıkardılar. O elemanlar abone- muudi başına bi kaç kuruştan bir iki trilyonluk adam yoluşları için kampanyalar, tarifeler, tasarruf paketleri felan geliştiriyolardı. Şimdi onlar olmadığı için paket, tarife felan gibi şeyler yerine bi süre böyle idare edicez. Alcan di mi kol saatini, hakkat kazandın bak... Ay keşke ben kazansaydıım, kollarıma taksaydım, amanda ne güzel olurduuu, çok şık duruduuu, seçkiin, tarz sahibiiiğ... Evet?
- Madem gözünüzü kararttınız telefonla kafa zkmeden de yapabilirsiniz bu işi. Dandirik telefon pili satarken bile nüfus kağıdı fotokopisi istiyosunuz. Herkesin herşeyi elinizde. O fotokopilerle, evraklarla felan direk dolandırıcılık yapabilirsiniz. Telefonda adam hanutlamaya harcadığınız para da cebinizde kalır...
- Çok iyi yaa. Şirket poltikısı ve sizingüvenlığınız gereği hattı dinleyen süpervayzırımız Cavlaksun Bey "Sayın Sıkılhan Öflan Arge Departmanımızda çalışmak ister mi?" diye soruyor. Haa, çalışır mısın bizimle Sıkılhan? Bööle bi kaç fikir daha üretsen, ayın elemanı seçilir, bonus üstüne bonus kazanırsın. Deneme süresinde akbil ve yemek fişi alıcaksın. Süpervayzırımız Cavlaksun Bey "Yakın dövüş biliyo mu" diye soruyo. Sahada çalışabilir miymişsin, saha dediğim, altgeçitler, arka sokaklar kuytular felan, buralarda dolaşanlar üzerinde yani... Alo kapadın mı? Kapamamalısın. Bak Cavlaksun Bey "win- win" diyo. Kazan- kazan olayı yani. Akşamları getirdiğin paranın bi kısmını sana vericez. Hakkat kapadın mı, teptin mi fırsatı... Aphtaaal... Aphtaaal...
- Ohağğ... Bu kadar mı düştünüz Nurcall? "Tebrikler kolsaati, kontör, bedava tatil kazandınız" felan diye basit dolandırıcılıklara mı kaldınız? Çıkardınız beyaz yakaları ha, altgeçitlerde kıstırıp cüzdan için piçak da çekersiniz yakında siz insana...
- Saçmalama sayın abone o kadar da diil. Şirket küçülmeye gitti, araştırma- geliştirme, ARGE bölümünden eleman çıkardılar. O elemanlar abone- muudi başına bi kaç kuruştan bir iki trilyonluk adam yoluşları için kampanyalar, tarifeler, tasarruf paketleri felan geliştiriyolardı. Şimdi onlar olmadığı için paket, tarife felan gibi şeyler yerine bi süre böyle idare edicez. Alcan di mi kol saatini, hakkat kazandın bak... Ay keşke ben kazansaydıım, kollarıma taksaydım, amanda ne güzel olurduuu, çok şık duruduuu, seçkiin, tarz sahibiiiğ... Evet?
- Madem gözünüzü kararttınız telefonla kafa zkmeden de yapabilirsiniz bu işi. Dandirik telefon pili satarken bile nüfus kağıdı fotokopisi istiyosunuz. Herkesin herşeyi elinizde. O fotokopilerle, evraklarla felan direk dolandırıcılık yapabilirsiniz. Telefonda adam hanutlamaya harcadığınız para da cebinizde kalır...
- Çok iyi yaa. Şirket poltikısı ve sizingüvenlığınız gereği hattı dinleyen süpervayzırımız Cavlaksun Bey "Sayın Sıkılhan Öflan Arge Departmanımızda çalışmak ister mi?" diye soruyor. Haa, çalışır mısın bizimle Sıkılhan? Bööle bi kaç fikir daha üretsen, ayın elemanı seçilir, bonus üstüne bonus kazanırsın. Deneme süresinde akbil ve yemek fişi alıcaksın. Süpervayzırımız Cavlaksun Bey "Yakın dövüş biliyo mu" diye soruyo. Sahada çalışabilir miymişsin, saha dediğim, altgeçitler, arka sokaklar kuytular felan, buralarda dolaşanlar üzerinde yani... Alo kapadın mı? Kapamamalısın. Bak Cavlaksun Bey "win- win" diyo. Kazan- kazan olayı yani. Akşamları getirdiğin paranın bi kısmını sana vericez. Hakkat kapadın mı, teptin mi fırsatı... Aphtaaal... Aphtaaal...
25 Ekim 2010 Pazartesi
22 Ekim 2010 Cuma
SIKILHAN/ TÜKÜRÜK HOKKASI & TİCARED
- Alo Sıkılhan, dostum merhaba. Enes ben Enes Binsatar. Seni ticared edelim deye aradım, müsait misin çılgınca ticared etmeye, fütursuzca nefesnefese, nefis nefise...
- Ah be kardeşim şimdi kapattım be. Valla az önce aldım "Z Raporu" nu.
- Güzel bak şaka yapıyorsun, ifrahata kaçmadan gülüyorum ben de. Aramızda bir fikrii düzeyde bir alış veriş oluyor, bak bu da bir nevi ticaredtir. Yalnız tabii daha büyük düşünüyorum ben, antika işine gireyim diyorum Sıkılhan. Daha şimdiden Selçuklular'dan günümüze ulaşmış kündekâri işlemeli bir tahta kapı kanadı ve Memlüklüler'den kalma sedef kakmalı bir tükürük hokkası buldum...
- İyi de kime satıcan tükrüklü hokkayı? Hangi Memlükler tükürüyomuş peki içine o konuda bi bilgi var mı?
- Şimdilik haklısın, ha deyince satılmaz. Yeşil sosyete henüz jip ve alengir sitelerde ev almaya doyamadı. Jip jip nereye kadar? Terasında bostan, kenarında şifalı balık havuzu, köprü manzaralı felan kaç ev daha alacaksın? Elbet bi süre sonra klaasik sosyete gibi san'at eseri, antika felan biriktirmeye başlıyacaklar. İşte o zaman ticared turnasını iki gözünden birden vuracak bu Enes kardeşin.
- Yeni sosyeteninin Raffi Portakal'ı olayım diyosun, müzayede, antika, kuntika hee?
- Ben kimsenin Rafi Portakalı Stelyo Pipisi olmak derdinde değilim. Amacım ticared. Bir rızık vizyonu yakalayıp koymuşum önüme. Diyorum ki önümüzdeki on yıl içinde böyle olacak, talep artacak, yatırımımı edeyim, ortakçımı bulayım, mal toplayayım. Var mı sizin sülaleden kalma felan antika bişeyiniz? Kap kacak olur, enfiye kutusu olur, köstekli saat, varaklı ayna, kapı kanadı, pencere kulbu...
- Saray kamerası var bizde o olur mu?
- Seni ciddiyete davet ediyorum Sıkılhan. Davetiyeler iki kişilik, ananı da al gel! İnsanı sinirlendirme be kardeşim, saray kamerası nedir?
- Bildiğin kamera işte ya. Sarayda takılıymış hem de harem dairesinde takılı olanı bile var. Amcamgilin güvenlik şirketi Topkapı Sarayı'nın sistemini yenilediydi. Ordan çıkan eski kameralar tükkanında duruyo, saraya gece görüşlüsünü takmışlar...
- Bak Sıkılhan ünlü tüccarlardan Ebu Hüveyye ve beraberindekiler, yetmişdört deveden müteşekkil bir ticared kervanıyla Ihbıkâbad şehrine doğru yola çıkmışlar. Yolculuk yedi gün yedi gece sürmüş. Yolda kâh bir ateş yakıp çölün ortasında, kâh bir handa molalar verip konaklamışlar. Bütüün bu yolculuğun yedi gün altı gecesi boyunca Ebu Hüveyye çocuklar gibi şenmiş. Esnaf arkadaşlarıyla, yüksük oyunu, saklambaç, uzuneşek, ense patlatmaca, el kızartmaca oynamış; onlara komikli kıssalar anlatmış, bulmacalı mâniler söylemiş.
- Yakışır Hüveyyeme... Azcık eğlensin tabi, hep ticared hep ticared, nereye kadar?
- Bi dur Sıkılhan, az mikilik yapma yaa. Hayat böyle gider mi? Sayın Mickey Mouse dışında çoluğunun çocuğunun rızkını mikilikten temin eden bir kişi dahi gösterebilir misin? LCV? Evet, lütfen cevap veriniz... El cevab: tıss... Bak ne anlatıyordum, onu da unutturdun.
- Ebu Hüveyye çölün ortasında kayışı koparmış...
- Hah... Gülmüş eğlenmiş buuu. Gelgelelim yedinci gece aniden durulmuş, yemeden içmeden dahi kesilip deriin düşüncelere dalmış. Beraberindekiler sormadan edememiş "Yaa Hüveyye, tüccarların sultanı, neyin var, tabağına dokunmamışsın, yoğurtlu baklan öylece duruyor. İçimizden biri bilmeden seni incitecek bir laf mı etti?" Ebu Hüveyye, o vizyon sahibi büyük tüccar durmuş ve demiş ki; "Artık ciddi olmak zamanıdır, yarın ticared edeceğiz. Tamam yedi gün altı gece güldük eğlendik, amma o orda kaldı. Çünkü dostlarım, ticared büyük ciddiyed ister"...İşte sen ve senin zihniyyetindekiler bu yüzden kaybediyorsunuz Sıkılhan, ciddi değilsiniz... Alo, orda mısın? Alo... Yine suratıma mı kapadın? Ciddi kapadın mı lan?
* * *
- Alo Sıkıl... Ben Hırgürkan. Olm adam topla koş gel lan, abim kendi kendini dövüyo. Kendisinden bi türlü ayıramıyoruz lavuğu...
- Nasıl ki bu?
- Valla annemin anlattığına göre sabah tıraş oluyomuş bu. Aynada kendini birine benzetmiş. Emir Kusturika felan olduğunu tahmin ediyoruz. Önce lafla sataşma olmuş, sonra olaylar gelişmiş. İki sattir evire çevire dövüyo kendini. Alo, sen daha niye hatta duruyosun lan kapasana. "Fırla gel" dedik di mi sana şerefsiz!
- Ah be kardeşim şimdi kapattım be. Valla az önce aldım "Z Raporu" nu.
- Güzel bak şaka yapıyorsun, ifrahata kaçmadan gülüyorum ben de. Aramızda bir fikrii düzeyde bir alış veriş oluyor, bak bu da bir nevi ticaredtir. Yalnız tabii daha büyük düşünüyorum ben, antika işine gireyim diyorum Sıkılhan. Daha şimdiden Selçuklular'dan günümüze ulaşmış kündekâri işlemeli bir tahta kapı kanadı ve Memlüklüler'den kalma sedef kakmalı bir tükürük hokkası buldum...
- İyi de kime satıcan tükrüklü hokkayı? Hangi Memlükler tükürüyomuş peki içine o konuda bi bilgi var mı?
- Şimdilik haklısın, ha deyince satılmaz. Yeşil sosyete henüz jip ve alengir sitelerde ev almaya doyamadı. Jip jip nereye kadar? Terasında bostan, kenarında şifalı balık havuzu, köprü manzaralı felan kaç ev daha alacaksın? Elbet bi süre sonra klaasik sosyete gibi san'at eseri, antika felan biriktirmeye başlıyacaklar. İşte o zaman ticared turnasını iki gözünden birden vuracak bu Enes kardeşin.
- Yeni sosyeteninin Raffi Portakal'ı olayım diyosun, müzayede, antika, kuntika hee?
- Ben kimsenin Rafi Portakalı Stelyo Pipisi olmak derdinde değilim. Amacım ticared. Bir rızık vizyonu yakalayıp koymuşum önüme. Diyorum ki önümüzdeki on yıl içinde böyle olacak, talep artacak, yatırımımı edeyim, ortakçımı bulayım, mal toplayayım. Var mı sizin sülaleden kalma felan antika bişeyiniz? Kap kacak olur, enfiye kutusu olur, köstekli saat, varaklı ayna, kapı kanadı, pencere kulbu...
- Saray kamerası var bizde o olur mu?
- Seni ciddiyete davet ediyorum Sıkılhan. Davetiyeler iki kişilik, ananı da al gel! İnsanı sinirlendirme be kardeşim, saray kamerası nedir?
- Bildiğin kamera işte ya. Sarayda takılıymış hem de harem dairesinde takılı olanı bile var. Amcamgilin güvenlik şirketi Topkapı Sarayı'nın sistemini yenilediydi. Ordan çıkan eski kameralar tükkanında duruyo, saraya gece görüşlüsünü takmışlar...
- Bak Sıkılhan ünlü tüccarlardan Ebu Hüveyye ve beraberindekiler, yetmişdört deveden müteşekkil bir ticared kervanıyla Ihbıkâbad şehrine doğru yola çıkmışlar. Yolculuk yedi gün yedi gece sürmüş. Yolda kâh bir ateş yakıp çölün ortasında, kâh bir handa molalar verip konaklamışlar. Bütüün bu yolculuğun yedi gün altı gecesi boyunca Ebu Hüveyye çocuklar gibi şenmiş. Esnaf arkadaşlarıyla, yüksük oyunu, saklambaç, uzuneşek, ense patlatmaca, el kızartmaca oynamış; onlara komikli kıssalar anlatmış, bulmacalı mâniler söylemiş.
- Yakışır Hüveyyeme... Azcık eğlensin tabi, hep ticared hep ticared, nereye kadar?
- Bi dur Sıkılhan, az mikilik yapma yaa. Hayat böyle gider mi? Sayın Mickey Mouse dışında çoluğunun çocuğunun rızkını mikilikten temin eden bir kişi dahi gösterebilir misin? LCV? Evet, lütfen cevap veriniz... El cevab: tıss... Bak ne anlatıyordum, onu da unutturdun.
- Ebu Hüveyye çölün ortasında kayışı koparmış...
- Hah... Gülmüş eğlenmiş buuu. Gelgelelim yedinci gece aniden durulmuş, yemeden içmeden dahi kesilip deriin düşüncelere dalmış. Beraberindekiler sormadan edememiş "Yaa Hüveyye, tüccarların sultanı, neyin var, tabağına dokunmamışsın, yoğurtlu baklan öylece duruyor. İçimizden biri bilmeden seni incitecek bir laf mı etti?" Ebu Hüveyye, o vizyon sahibi büyük tüccar durmuş ve demiş ki; "Artık ciddi olmak zamanıdır, yarın ticared edeceğiz. Tamam yedi gün altı gece güldük eğlendik, amma o orda kaldı. Çünkü dostlarım, ticared büyük ciddiyed ister"...İşte sen ve senin zihniyyetindekiler bu yüzden kaybediyorsunuz Sıkılhan, ciddi değilsiniz... Alo, orda mısın? Alo... Yine suratıma mı kapadın? Ciddi kapadın mı lan?
* * *
- Alo Sıkıl... Ben Hırgürkan. Olm adam topla koş gel lan, abim kendi kendini dövüyo. Kendisinden bi türlü ayıramıyoruz lavuğu...
- Nasıl ki bu?
- Valla annemin anlattığına göre sabah tıraş oluyomuş bu. Aynada kendini birine benzetmiş. Emir Kusturika felan olduğunu tahmin ediyoruz. Önce lafla sataşma olmuş, sonra olaylar gelişmiş. İki sattir evire çevire dövüyo kendini. Alo, sen daha niye hatta duruyosun lan kapasana. "Fırla gel" dedik di mi sana şerefsiz!
16 Ekim 2010 Cumartesi
SIKILHAN: Bİ EL DAHA DÖNELİM ÇİFT ATARIZ BEBEEM!
- Allo, miriba Sıkılhan, Bunalgül ban. Bişi söölicam. Önümüzde 11. 11. 11 var...
- Vay per yaptık hee... Ne oynuyoruz, okey mi? Bence bi tur daha dönelim, çift atarız.
- Hemen dalga geçme insanla, maymun atası! İnsanlar bööle tarihlere önem veriyo taam mı? Büzge'nin büyük ablası tam 10. 10. 10 tarihinde doğum yaptı, bunu biliyo muydun. Sevimli minik bi kız bebek; adını Onnur koydular.
- Bu durumda erkek olsaydı Oncuk koyucaklardı...
- Ovv... Var yaa, on üzeri on tane hayvan dolaşıyo senin içinde Sıkılhan. Ört şu telefonu 12.12.59 tarihine kadar konuşmayalım. Yiğıvrançlık sektöründe lider, İSO 9001 kalite belgeli bir kazmasın, on numara bi hayvansın!
* * *
- Alloğ, iyigünler ben Nurcall, Sıkılan Öflanla mı görüşüyarım, doom tariiniz günayıl olarak aezin kızlık soyadının bir ve yedinci harflerı? Şunun için aradım Sıkılhan Bey, bankacılık sekörünün kârı tam onbeş milyar liraya ulaştı... Nası yaptık bunu biliyo mısınız?
- Çok yakından....
- Onaylıyo musunuz?
- Düdüklüyosunuz.
- Şunu hatırlatmak istiyorum Sıkılhan Bey. Görüşmelerimiz şirkat politikası ve sizıngüvenliğnızgeree bandalnıyo bilyosıız. Ancak sektör olarak bi süreliğine bu bandı kapatıyoruz. Amacımız habire telefonla rahatsız edilmekten, anlaşılmaz kampanyalarla, piregötü harflerle yazılmış tuzaklı kart sözleşmeleriyle; soyguna varan, gasp sınırlarını zorlayan, işletim, kart, havale bilmemne ücretleriyle düdüklenmekten bıkan siz sevgili muudilere kısa süreli bir rahatlama olanağı sağlamak. Sinyal sesinden sonra bant kapanıcak, istediğiniz ses tonuyla bağırıp çağırarak, kişiselleştirmemek ve sektörün tümüne yönelik olmamak kaydıyla istediğiniz lafları söyleyebilirsiniz, atış serbes, maksat müşteri biraz rahatlasın...
- İstemez, vermeyin sinyal sesi, öttürmeyin düdük felan. Tuzaktır yine bu, şantaj yapıp para istiyceksinizdir. Kötü konuşmuyorum, sektörünüze hepsine aşığım, başarılarınızın devamını diliyorum. Güçlü bankacılık, güçlü Türkiye, saygılarımla...
- Niye, rahatlamak istemiyo musun bebeem. Hadi, açık saçık konuş benimle.
- Yemezler...
- Hadi Sıkılhağn Öflağğn....
- .....
- Afferin lan Sayın Sıkılhan Öflan. Bak keşke bütün muudiler senin kadar akıllı olsa. O kadar aradık ettik ama, uyandın işe sonunda. Artık çeşitli çağrı merkezlerinden gelen otu boku onaylamıyosun, daima altında bi çapanoğlu arıyosun... Evet bu şirketimizin bi eğitim çalışmasıydı. Eğittik bak seni, kapitalizmin türlü çeşitli tuzaklarına karşı uyandırdık. Bu nedenle sana 30 lira para çarc ediciiz. Bedava eğitim olacak değil a kuzum? Kapama, bindiricez sana o parayı yolu yok... Ahaha kapadı gene aptal, aphhtaaal....
* * *
- Allo, Sıkılhan, baksana ne diicam , bişi söölicam....
- Aha Bunalgül. Ne çabuk, 12.12.59 oldu lan? Vay be, sanki on dakka geçti haa... Piyy. Hayat bööle bişe işte. Bi dakka bi araba camı bulup kendime bakıcam. Bu arada sende ne gibi değişiklik oldu? Hafif tombiklemişsindir herhalde, göğüslerin de büyümüştür en sonunda...
- Terbiyesizleşmez misin lutfen Sıkılhan. Bişi söölicam, ben seni şey diye aradım, kapandın mı diye...
- Nası "kapandın mı" diye... 12 Aralık 2059 da da hâla bu tartışma mı sürüyo ya. İsteyen kapanır, isteyen açılır kardeşim. Ben soruyo muyum hâla sitreç pantul giyiniliyo mu diye?
- Lütvan Sıkılhan, yapma şunu, gayet ciddi bişi için soruyorum. Borukaan, Büzge'nin telefonlarına çıkmıyomuş. Bi cafede karşılaşmışlar bunlar, Büzge sormuş "Niye telefonunu açmıyosun" diye, bu da demiş ki "Valla Büzge'cim üç gün önce kapadılar beni. Yutuub, feysbuk felan derken tek tek adam kapamaya başladılar, üç gündür kimseyle iletişim kuramıyorum" demiş. Şimdi biz de Büzge'yle araştırıyoruz, gerçekten bööle bişe var mı, yoksa Borukaan Büzge'yi şutlamak için dötünden yalan mı atıyo, diyerekten. Alo... Alo... Kapadın mı, kapandın mı... Alo... Hakkat var mı bööle bişi ya?
- Vay per yaptık hee... Ne oynuyoruz, okey mi? Bence bi tur daha dönelim, çift atarız.
- Hemen dalga geçme insanla, maymun atası! İnsanlar bööle tarihlere önem veriyo taam mı? Büzge'nin büyük ablası tam 10. 10. 10 tarihinde doğum yaptı, bunu biliyo muydun. Sevimli minik bi kız bebek; adını Onnur koydular.
- Bu durumda erkek olsaydı Oncuk koyucaklardı...
- Ovv... Var yaa, on üzeri on tane hayvan dolaşıyo senin içinde Sıkılhan. Ört şu telefonu 12.12.59 tarihine kadar konuşmayalım. Yiğıvrançlık sektöründe lider, İSO 9001 kalite belgeli bir kazmasın, on numara bi hayvansın!
* * *
- Alloğ, iyigünler ben Nurcall, Sıkılan Öflanla mı görüşüyarım, doom tariiniz günayıl olarak aezin kızlık soyadının bir ve yedinci harflerı? Şunun için aradım Sıkılhan Bey, bankacılık sekörünün kârı tam onbeş milyar liraya ulaştı... Nası yaptık bunu biliyo mısınız?
- Çok yakından....
- Onaylıyo musunuz?
- Düdüklüyosunuz.
- Şunu hatırlatmak istiyorum Sıkılhan Bey. Görüşmelerimiz şirkat politikası ve sizıngüvenliğnızgeree bandalnıyo bilyosıız. Ancak sektör olarak bi süreliğine bu bandı kapatıyoruz. Amacımız habire telefonla rahatsız edilmekten, anlaşılmaz kampanyalarla, piregötü harflerle yazılmış tuzaklı kart sözleşmeleriyle; soyguna varan, gasp sınırlarını zorlayan, işletim, kart, havale bilmemne ücretleriyle düdüklenmekten bıkan siz sevgili muudilere kısa süreli bir rahatlama olanağı sağlamak. Sinyal sesinden sonra bant kapanıcak, istediğiniz ses tonuyla bağırıp çağırarak, kişiselleştirmemek ve sektörün tümüne yönelik olmamak kaydıyla istediğiniz lafları söyleyebilirsiniz, atış serbes, maksat müşteri biraz rahatlasın...
- İstemez, vermeyin sinyal sesi, öttürmeyin düdük felan. Tuzaktır yine bu, şantaj yapıp para istiyceksinizdir. Kötü konuşmuyorum, sektörünüze hepsine aşığım, başarılarınızın devamını diliyorum. Güçlü bankacılık, güçlü Türkiye, saygılarımla...
- Niye, rahatlamak istemiyo musun bebeem. Hadi, açık saçık konuş benimle.
- Yemezler...
- Hadi Sıkılhağn Öflağğn....
- .....
- Afferin lan Sayın Sıkılhan Öflan. Bak keşke bütün muudiler senin kadar akıllı olsa. O kadar aradık ettik ama, uyandın işe sonunda. Artık çeşitli çağrı merkezlerinden gelen otu boku onaylamıyosun, daima altında bi çapanoğlu arıyosun... Evet bu şirketimizin bi eğitim çalışmasıydı. Eğittik bak seni, kapitalizmin türlü çeşitli tuzaklarına karşı uyandırdık. Bu nedenle sana 30 lira para çarc ediciiz. Bedava eğitim olacak değil a kuzum? Kapama, bindiricez sana o parayı yolu yok... Ahaha kapadı gene aptal, aphhtaaal....
* * *
- Allo, Sıkılhan, baksana ne diicam , bişi söölicam....
- Aha Bunalgül. Ne çabuk, 12.12.59 oldu lan? Vay be, sanki on dakka geçti haa... Piyy. Hayat bööle bişe işte. Bi dakka bi araba camı bulup kendime bakıcam. Bu arada sende ne gibi değişiklik oldu? Hafif tombiklemişsindir herhalde, göğüslerin de büyümüştür en sonunda...
- Terbiyesizleşmez misin lutfen Sıkılhan. Bişi söölicam, ben seni şey diye aradım, kapandın mı diye...
- Nası "kapandın mı" diye... 12 Aralık 2059 da da hâla bu tartışma mı sürüyo ya. İsteyen kapanır, isteyen açılır kardeşim. Ben soruyo muyum hâla sitreç pantul giyiniliyo mu diye?
- Lütvan Sıkılhan, yapma şunu, gayet ciddi bişi için soruyorum. Borukaan, Büzge'nin telefonlarına çıkmıyomuş. Bi cafede karşılaşmışlar bunlar, Büzge sormuş "Niye telefonunu açmıyosun" diye, bu da demiş ki "Valla Büzge'cim üç gün önce kapadılar beni. Yutuub, feysbuk felan derken tek tek adam kapamaya başladılar, üç gündür kimseyle iletişim kuramıyorum" demiş. Şimdi biz de Büzge'yle araştırıyoruz, gerçekten bööle bişe var mı, yoksa Borukaan Büzge'yi şutlamak için dötünden yalan mı atıyo, diyerekten. Alo... Alo... Kapadın mı, kapandın mı... Alo... Hakkat var mı bööle bişi ya?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)