6 Şubat 2012 Pazartesi

Lazımsa, uyu sen şimdi!


Uzun zamandır kalabalık bir sofra kurmamıştım. İnsan bir parça telaş ediyormuş, pratikliğini kaybediyor, hamlıyormuş meğer... Dün akşam... Nihayet hepsi geldiler... Tam vaktinde çaldılar kapımı.

Bütün konuklarım tamamdı. Masanın etrafında oturup mırıl mırıl sohbet etmeye başladılar.

Epeydir görüşmemişiz. En son neler olup bitmiş, güzel güzel anlatmaya başladık birbirimize... Aralarında New York’tan yeni dönmüş bir çift arkadaşım var... Özlemişim o taş taş, şehri... “Çok soğuktu ama çok” diyorlar... Diğer bir arkadaşımsa evinde aylar süren tadilat çalışmasından sonra o iç mimara nasıl olup da hâlâ sabredebildiğine şaşırıyor... İşler, çocuklar, kış üzerine konuşuyoruz...

“Sen ne yapıyorsun” diyorlar...

“Baştan başlıyorum” diyorum...

“Üniversite notlarımı, eski filmleri, kitapları bir daha okuyorum. Günlük okumak gibi olmuyor. Bir kitabı okurken neden o tarihte o satırın altını çizdiğimi anlamaya çalışıyorum. Çoğu güzel satırlar. Belli ki kelimenin, cümlenin görkemine, fiyakasına kapılmışım o yaşlarda. Ama şimdi bir kez daha okuduğumda ‘vay be, doğruymuş meğer’ diyorum.”

Gülüyorlar...

Ne güzel... Bu işte... Bu kadarcık bütün istediğim. Çekişmesiz, kavgasız, sitemsiz, Allah aşkına hesapsız kitapsız, şüphesiz, yalansız bir dost sofrası... (İnsanlara ne kadar anlam yüklüyorsun böyle diyor bazıları. Evet çok yüklüyorum. Birini, bir şeyi sevdik mi hakkını vermeyelim mi?)

Mutluyum...


***


Arkadaşımın babası masanın başköşesinde... Türkiye’de televizyonculuğun duayeni. Çamlıca’daki antenlerin, başlangıcın, hepsinin mimarı... Genç müzisyen arkadaşlarım da geliyorlar o sırada. Birazdan güzel şarkılar okuyacaklar. Ama TRT yıllarındaki denetim anılarını dinliyoruz önce... Sansür, küstürülen sanatçılar, icracılar...

Yıllar geçip gidiyor işte...

Masadan kalkıp, koltuklara geçtiklerinde eski şarkılar başladığında herkes dalıp gidiyor bir yerlere... Kimi Ankara’ya kimi Londra’ya...

Arkadaşımın annesine bakıyorum. Gözleri dalmış... Halıda bir motife bakıyor.

Elini tutuyorum...

Gülümseyerek yüzüme bakıyor...

Kolumu okşuyor... “Teşekkür ederim, güzel kızım, ne güzel bir gece oldu bu” diyor..

Mutluyum...

***


Birazdan gidecekler... Oysa gitmeseler. Oysa kapanmadığım, uyanıkken uyumadığım bir an bu.. Oysa herkes öyle (benim gibi) değil mi?

Eski kitaplarımdan biri bak tam karşımda...

Atilla Atalay’ın... “Kişi Başına Bir Yalnız“ kitabın adı..

Diyor ki:

“Kendi yazdıklarımı perdede, ekranda, bir yerde izlerken uyuduğum oldu. Ağlarken biri, başkası, hayatının en önemli zaferini anlatırken, sevgi sözcükleri söylerken çok insanı aniden uyuyup üzdüm ben...

Oysa sadece eksik uykularım var benim. Birkaçı güzellikten olmuştur belki. Bir çift göze dikip de kendiminkileri hiç kapayasım gelmediği, sevdiğim bir kitabı bitirmek için, ustamı dinlerken ya da olup biten puştlukları unutmayayım diye uğraşırken eksik kalmıştır.

Öbürkülerini boşver ama.

Seninkiler eksik kalmasın. Adam olmamakla, kurtlar sofrasında yerini başkalarına kaptırmakla, çaldırmakla, fakir kalmakla, yalnız ölmekle korkutmasınlar.

Lazımsa yani, uyu sen şimdi...

Unutma ama uyu...

Ondan anlattım ben bunları...”

***


Misafirlerim gitti. Evi havalandırdım. Bardakları kuruladım. Yerlerine kaldırdım. Tozları aldım. Her şey yerli yerinde. Buz gibi hava evin içine dolmuştu...

İstanbul’a baktım pencereden...

Biraz puslu da olsa ışıklar içinde İstanbul...

“Adam olmamakla, kurtlar sofrasında yerini başkalarına kaptırmakla, çaldırmakla, fakir kalmakla, yalnız ölmekle korkutmasınlar seni” dedim kendime...

Uyumaktan korkma...

Ya çok canın acıyınca uyursun

Ya da çok korkunca uyuyamazsın...

Ama korkunun bittiği yer var ya... İşte deliksiz uyku orada...

Ve biliyorsun, korkunun ecele faydası yok ki...

Uyudum..

....