27 Şubat 2009 Cuma

İNSAN KALMA ALIŞTIRMALARI

Ve hemen gidemedim
Ve artık gidemedim
Ve sonra hiç gidemedim
Kurtuluş’ta son durakta bir tramvay ölüsü
Sanki ben
Öylece kalakaldım
Hepimiz kalakaldık
Elimizde tetiği çekilmeyen
Namlusu yönsüz bir tabanca gibi.

EDİP CANSEVER
Öncesi var da, nasıldı tam bilmiyorum.
Olan şu ki; üç adam delirtici kırmızılıkta perdeleri içeriye gün ışığı sızdırmayan mağara gibi bir eve sığınmış dışardaki hayatın dinmesini bekliyorduk. İşsizdik. Hayatın orasına burasına CV’ler yazıp yolluyorduk. CV’nin Türkçesi tam olarak nedir bilmiyorum. Çünkü isteyenler “CV” diye istiyordu hayatımızı. Bildiğimiz bilgisayar dillerini, çalıştığımız yerleri, hayırlısıyla mezun olduğumuz okulları İngilizce olarak kâğıda dökerken radyoda Aydın dolaylarından “Koca Arap Zeybeği” çalıyordu. Sigara içtiğimizi gizliyorduk, İngilizcemizin esasen “Elleme körolası Arap uykularda adam vurulmaz” cümlesini çevirmeye yetmediğinden asla söz etmiyor, niyeyse istedikleri vesikalık fotoğraflarımızı, CV’lere iliştirirken gözlerimizdeki yorgun çaresizliği okumalarından korkuyorduk.

“Bu bir oyun naslolsa, niye bu kadar ciddiye alıyoruz ki” diyordu Erdem. Hep sarhoştu. “Bakma sen, üşütmüşler, asıl bunların yapmaya işi yok ‘eleman arıyoruz’ diye çağırıp işsizlerle kafa buluyolar.”

Birkaç ay öncesine kadar hiç ağzına bile sürmemişken şimdi milyon tane sigara içiyor, kırmızı perdeler hariç evin her tarafında delikler bırakıyordu. Bir iş görüşmesinde İnsan Kaynakları Bölüm Başkanı Bişey Hanım’ı, hiç sigara içmediğine, üzerindeki sigara yanığını o an fark ettiği kravatı kardeşinden ödünç aldığına inandıramamış, dönüşte kravata işemiş ve hayatının ilk sigarasını yakmıştı. Hep öfkeliydi.

“Neden oturup da kim olduğumuzu, hatta kim olmadığımızı anlatmaya çalışıyoruz ki” diyordu. “Hiç kimse değiliz hemşerim. Dinlemiyorsunuz bile, yavşaksınız. Onlar da ‘biz eleman aramıyoruz, yavşak arıyoruz zaten. Okuduğunuz tüm kitapları bi tarafınıza sokun, biz sizi ararız, çok beklersiniz’ diye cevap maili yazsın, bitsin.”

Sonra hızını alamıyor, “24 Ocak, 5 Nisan, Kara Perşembe, Mor Cuma, Deprem, Hortum” gelmiş geçmiş cümle krizleri neden sonuç ilişkisiyle açıklıyor, sektörel ve konjonktürel bazda irdeliyor, hatta üstüne “İnsan eşref-i mahlûkattır derdi babam” diye başlayan yüzelli mısralık şiiri ezberden okuyordu. Hep sarhoştu Erdem. Ve hep aslında sarhoş olmadığını kanıtlamak için bize ve kendisine böyle bilgi-bellek gösterileri yapıyordu. Masanın üstü ayılınca okumak için kendine yazdığı notlarla doluydu. Bir tanesini bile okusanız, kendi bulduğunuz işi hiç düşünmeden O’na verirdiniz.
Delice sessizdi Orhan. Ve delice ayık. Ya da uykusuzlukla sarhoş oluyordu, bilmiyorum. Hiçbir zaman uyku değil ama sürekli bir mahmurluk, bir “hata mesajı”yla yüklü gözlerle dolaşıyor, başka dilde yalnızlık şarkıları dinlerken kafasını bilgisayara sokuyordu. Ekran başında oturmaktan yorulunca sandalyeye bir kuş gibi tüneyip oturan yerlerini dinlendiriyor, ellerini klavyeden, gözünü ekrandan ayırmadan bir ayağıyla diğer ayağındaki çorabı çıkarabiliyordu. Sanki, günün birinde ekranda bizim göremeyeceğimiz bir pencerenin açılmasını bekliyordu Orhan. O pencereden içeri süzülecek ve artık bir “Windows Uygulaması” olarak yaşamını sürdürecekti.
Ben ise uzaylılar tarafından kurtarılmayı bekliyordum. Bir üst medeniyet gelecek bizi manyak eden bu şizofren kültürün ağzını yırtacak, tek harekette cümle Windows uygulamalarından çıkıp televizyonları camdan atacaktı. Soran olursa böyle diyordum. Gerçi şimdiye kadar böyle derinlemesine bir soru soran olmamıştı.

“Eee, okul da bitti. Nerde çalışıyon sen şimdik? Nikâh, nişan öyle bir şey var mı?”

Bıkıp usanmadan bunu soruyorlardı. Ne sorsunlardı ki peki? Bu küçük, sevimli bir ilgi cümleciğiydi. Binin üzerinde duyunca, tuhaf sosyolojik hesaplara giriyordun. Herkeste bir bunalım, bir yırtma arayışı vardı, herkesin çevresinde senin benim gibi Allah’a CV yazası gelmiş bir genç nüfus dolanıyordu. Sana sordukları sorularla kendi durumlarını tartıyor olabilirler miydi?

“İyi iyi, bak Numan Beylerin oğlu da daha iş bulamamış... Nurşizaanımların kızı da 28 yaşına geldi, yetmişsekizli miydi, yok kız yetmişdörtlü... Bührek Beylerin oğlu da sürtüyo, kendini içkiye vurmuş, kafayı bilgisayara sokmuş bıdı bıdı”...

Yok ama. Bu trilyon yıllık mahalle karısı iştahından başka bişeydi artık. Mahalle karılarıyla vır vır yiyerek beyinlerini haşlak yumurtaya çevirdikleri bezgin kocaları öz evlatlarına bu cümleleri bıçak gibi soktuklarının farkına varsınlardı. Neydi lan, ölelim miydi?
Yok be yavrum, hangi anne baba evladının kötülüğünü isterdi ki? Fakat kötü oluyordunuz işte. Her seferinde kendinizi daha bir başarısız, işe yaramaz ve çaresiz hissediyordunuz.
Bazen bir bardak şefkatli çayla gelirlerdi, aslında “eve elektrik yazmasın” diye loş olan ininize, eşek kadar adamken annenizin gizliden koyduğu baba parası bulurdunuz cebinizde. İşte o zaman en ağır bıçak yarasını alıp yorgun düşer uyurdunuz. Soba sönerdi, elektrik saati fır fır dönmeyi bırakırdı, insan, en az uyurken yük olurdu.

Aslında Kurtuluş’taki o eve bir günlüğüne gitmiştim. Galiba o gün kırmızı perdeler açıktı. Ama Orhan’ın “biz bu evden çıkamıyoruz” dediğini adım gibi hatırlıyorum. Erdem sızmış, yerdeki halının üzerinde boylu boyunca yatıyordu. Bakkal çakkal telefonla eve geliyomuş. Anne şefkatiyle onlara sahip çıkan bir şeyden söz ediyormuş gibi “Eh, internet de var işte” demişti. Bir şeyler daha konuşuyorduk, Erdem yattığı yerden tuhaf hırıltılar çıkardı, Orhan bana sarfettiği cümleyi hiç bölmeden kanepeden kalkıp yerde yüzükoyun yatan abisini çevirdi, şöyle bir yüzüne baktı, sonra yine ters çevirip bıraktı.

“Sızınca böyle yatması daha iyi” dedi. “Öbür türlü kendi kusmuğuyla boğulma tehlikesi var.”

Belki o dakika gitsem giderdim, Kurtuluş’taki kırmızı perdeli evden. Erdem’i o halde görünce, az daha yürüyüp her geçen gün giderek incelip alçalan bir duvarın öbür tarafına kolayca geçivermekten korkmuştum. Ama gidemedim... Bilmiyorum, belki o evdeki hiç kimsenin bana bir şey söyleyemeyecek olmasından, belki, “kaybolayım artık” diye. Uyudum işte orda, o duvarın dibinde...
Devamı Var...