6 Kasım 2012 Salı

ALİ AĞAOĞLU'NUN MUTLU OLMASINI İSTEDİĞİ İNSANLAR MECNUN KULELERİ'NDE

(....)

            Sigarayı bırakalı üç ay oluyor ama ben yine akşam yemeklerinden sonra düzenli olarak balkona çıkıyorum.

            Çevre bloklarda elliye yakın sigara tiryakisi var.

            Yedi tanesi ciddi tiryaki. Gece gündüz balkonda yaşıyorlar. Öldüğünü tahmin ettiğim yaşlı teyzeyi saymazsak balkon sürgünü tiryakilerden dört tanesi kadın. Adam kısmısı olarak çoğunluktayız... Akşamları saat sekiz gibi filan gizemli bir ayine katılan müridler gibi balkonlarda yerimizi alıyoruz.

            Toplam sekiz blok; ortadaki süs havuzu ve ondört akasya ağacıyla renkli plastik çocuk parkına bakıyorlar.

            Bizimkinin tam karşısına gelen bloktakileri hayal meyal seçebiliyorum, öksürükleri duyabildiğim yakın balkondakiler ise akşamın olgun ışığıyla gizleniyorlar. Bu durum, ayine hepten esrarengiz bir durum katıyor.

            Ama yakınlardaki balkondan ayine katıldığını sandığım, reflektörlü eşofmanı olan bir beyle yüzyüze tanıştık.

            Blokların ortasındaki havuzlu avluda volta atarken kendisi bana

            "Valla bravo, sen sigarayı bıraktın galiba de mi?" dedi.

            Bir arkadaşı varmış o da patlıcanla bırakmış sigarayı, bize imreniyormuş.

            Patlıcanın nikotin yüküyle başlangıçtaki tütün yoksunluğunu giderdiği ileri sürülen bir sebze olduğunu bilmeme rağmen "Nasıl yani patlıcanla?" diye sormak istedim kendisine.   "Arkadaşınız canı sigara istediğinde dötüne bir patlıcan sokarak mı oyalanıyor?"

            Yok, hayır durduk yere herife gıcık kaptığımdan değil. Yalnızca birisine ayıp sayılabilecek bir espiri yapıp karşılıklı gülüşmeyi çok özlemiştim. Çünkü bu bloklara taşınalı beri, arkadaşı patlıcan sayesinde sigarayı bırakan, reflektörlü adamı saymazsak pek kimseyle konuşmuyordum.

            Aslına bakarsanız burda, bu insan konservelerinde, bu içlerinde zamandan yorgun düşmüş delilerin dolaştığı Mecnun Kuleleri'nde, kimse kimseyle konuşmuyordu.        Eşofmanlı adamlarla kadınlar ortadaki su birikintisinin etrafında bir takım bitkilerle sınırları belirtilen yılankavi parkurda çok acele bir yerlere yetişicekmiş gibi eşofmanlarını hışırdatarak ve tek kelime etmeden yürüyorlardı:

            Akşam saatlerinde ortadan kaybolan eşofmanlıların yerini bebek gezdiren yetmişiki millete mensup dadılar alıyordu. Gürcü, Bulgar, Özbek, Moldov, Rus v.b. Dadılar biraz daha konuşkanlardı. Kendi aralarında uzak diyarların bilinmez geyiklerini çevirirken ara sıra çocuklara sesleniyorlardı:

            "Bakugaan, in ordan çöcuk, düşecesin. Köbrağ, arkadaşinin kafasını çekme, gel burda Sude ile oynayin..."

            Dadı dilleri bir derece de; kendi aralarında konuşan çocukların pilli oyuncak ve japon anime kırması dilleri hepten anlaşılmazdı. Ecnebi ejderha avazlarıyla, çocuk parkını sarmış görünmeyen dragonlara, aynı anda dokuz kötülük yapabilen; rüzgar bükücü, ateş emer, taş yutar canavarlara sesleniyorlardı.

 

            Şimdi böyle anlatıyorum ama ara sıra gelen"farkındalık dalgaları" dışında hayatımdan neredeyse tamamen memnundum. Tüm bunlara kendimi derin bir kabullenişle "olup olacağı budur, hayat böyledir, bunlardır, güvenlidir" telkinleriyle bırakıyordum.

            "Noluyo lan, nedir bunlar böyle" diye ansızın gelen "farkındalık dalgalarını" hızla savuşturup anlaşılmaz bir şekilde daha da bırakıyordum ipin ucunu.

            İçinden tren geçen şehirler, orman köyleri, balıkçı kasabaları, nehir kenarları... O sekiz bloğun dışındaki heryer çok uzak ve yorucu geliyordu.

            Ayrıca çok sıkılırsak, sekiz bloğa on dakika uzaklıkta, altı salonlu sineması olan bir AVM vardı.

            Deniz, evet. Kıştan rezervasyon yaptırarak yetmişsekiz bungalovlu o tatil köyüne gidebiliyorduk. Yedi gün sekiz gece bize ait olan o bungalovlardan birine yerleşip denize girebiliyorduk.

            Sonra yine bu sekiz blok...

            Daha ne olsundu ulan?

(...)

Kitapla aynı adlı öyküden özetle