Sigarayı
bırakalı üç ay oluyor ama ben yine akşam yemeklerinden sonra düzenli olarak balkona
çıkıyorum.
Çevre
bloklarda elliye yakın sigara tiryakisi var.
Yedi tanesi
ciddi tiryaki. Gece gündüz balkonda yaşıyorlar. Öldüğünü tahmin ettiğim yaşlı
teyzeyi saymazsak balkon sürgünü tiryakilerden dört tanesi kadın. Adam kısmısı
olarak çoğunluktayız... Akşamları saat sekiz gibi filan gizemli bir ayine
katılan müridler gibi balkonlarda yerimizi alıyoruz.
Toplam
sekiz blok; ortadaki süs havuzu ve ondört akasya ağacıyla renkli plastik çocuk
parkına bakıyorlar.
Bizimkinin
tam karşısına gelen bloktakileri hayal meyal seçebiliyorum, öksürükleri
duyabildiğim yakın balkondakiler ise akşamın olgun ışığıyla gizleniyorlar. Bu
durum, ayine hepten esrarengiz bir durum katıyor.
Ama
yakınlardaki balkondan ayine katıldığını sandığım, reflektörlü eşofmanı olan
bir beyle yüzyüze tanıştık.
Blokların
ortasındaki havuzlu avluda volta atarken kendisi bana
"Valla
bravo, sen sigarayı bıraktın galiba de mi?" dedi.
Bir
arkadaşı varmış o da patlıcanla bırakmış sigarayı, bize imreniyormuş.
Patlıcanın
nikotin yüküyle başlangıçtaki tütün yoksunluğunu giderdiği ileri sürülen bir
sebze olduğunu bilmeme rağmen "Nasıl yani patlıcanla?" diye sormak
istedim kendisine. "Arkadaşınız
canı sigara istediğinde dötüne bir patlıcan sokarak mı oyalanıyor?"
Yok, hayır
durduk yere herife gıcık kaptığımdan değil. Yalnızca birisine ayıp
sayılabilecek bir espiri yapıp karşılıklı gülüşmeyi çok özlemiştim. Çünkü bu
bloklara taşınalı beri, arkadaşı patlıcan sayesinde sigarayı bırakan,
reflektörlü adamı saymazsak pek kimseyle konuşmuyordum.
Aslına
bakarsanız burda, bu insan konservelerinde, bu içlerinde zamandan yorgun düşmüş
delilerin dolaştığı Mecnun Kuleleri'nde, kimse kimseyle konuşmuyordu. Eşofmanlı adamlarla kadınlar ortadaki su
birikintisinin etrafında bir takım bitkilerle sınırları belirtilen yılankavi
parkurda çok acele bir yerlere yetişicekmiş gibi eşofmanlarını hışırdatarak ve tek
kelime etmeden yürüyorlardı:
Akşam
saatlerinde ortadan kaybolan eşofmanlıların yerini bebek gezdiren yetmişiki millete
mensup dadılar alıyordu. Gürcü, Bulgar, Özbek, Moldov, Rus v.b. Dadılar biraz
daha konuşkanlardı. Kendi aralarında uzak diyarların bilinmez geyiklerini
çevirirken ara sıra çocuklara sesleniyorlardı:
"Bakugaan,
in ordan çöcuk, düşecesin. Köbrağ, arkadaşinin kafasını çekme, gel burda Sude
ile oynayin..."
Dadı
dilleri bir derece de; kendi aralarında konuşan çocukların pilli oyuncak ve
japon anime kırması dilleri hepten anlaşılmazdı. Ecnebi ejderha avazlarıyla,
çocuk parkını sarmış görünmeyen dragonlara, aynı anda dokuz kötülük yapabilen;
rüzgar bükücü, ateş emer, taş yutar canavarlara sesleniyorlardı.
Şimdi böyle
anlatıyorum ama ara sıra gelen"farkındalık dalgaları" dışında
hayatımdan neredeyse tamamen memnundum. Tüm bunlara kendimi derin bir kabullenişle
"olup olacağı budur, hayat böyledir, bunlardır, güvenlidir"
telkinleriyle bırakıyordum.
"Noluyo
lan, nedir bunlar böyle" diye ansızın gelen "farkındalık
dalgalarını" hızla savuşturup anlaşılmaz bir şekilde daha da bırakıyordum
ipin ucunu.
İçinden tren
geçen şehirler, orman köyleri, balıkçı kasabaları, nehir kenarları... O sekiz
bloğun dışındaki heryer çok uzak ve yorucu geliyordu.
Ayrıca çok
sıkılırsak, sekiz bloğa on dakika uzaklıkta, altı salonlu sineması olan bir AVM
vardı.
Deniz, evet.
Kıştan rezervasyon yaptırarak yetmişsekiz bungalovlu o tatil köyüne
gidebiliyorduk. Yedi gün sekiz gece bize ait olan o bungalovlardan birine
yerleşip denize girebiliyorduk.
Sonra yine
bu sekiz blok...
Daha ne
olsundu ulan?
(...)
Kitapla aynı adlı öyküden özetle