Bir gece vakti, şehirlerarası otobüslerin mola yeri...
Birazdan “otobüsümüz hareket halinde”... Şöför geri geri çıkmadan önce, otobüse, benim çocukluktan beri hayran olduğum o manevra serisini tekrarlatıyor. Önce çok az ileri gidiyor, durduğunda otobüs “hıss” diye bir sesle yaylanıyor, sonra bir kamera gibi ağır ağır geri giderek mola yerinden ayrılıyor... Daha ikinci manevranın başındaydık, otobüs ağır ağır geri gitmeye başlamıştı ki, otobüsün henüz açık olan kapısından birisi seslendi... “Bi dur hele oğlum...” Yine “hıss” diye bir sesle yaylanarak durdu otobüs... Yaşlı bir teyze ağır ağır ön kapıdan çıktı... Şöför mahallinde durup yolculara seslendi...
- Yavrum, Allah rızası için şöyle bir bakın bana. Ben bu otobüste miydim?
Hep birlikte teyzeye bakıp ister istemez güldük. Teyze de, ön koltuklarda oturanların gülen yüzlerine tek tek bakıp yine sordu.
- Ön sıralarda bi yerde oturuyodum. Karıştırdım işte otobüsleri bi daha bir bakın bakalım, gördünüz mü beni bu arabada...
Kaybolmuş işte teyze... Hem ne kaybolmak. Gecelerin ortasında şehirlerin arasında, birbirine benzeyen otobüslerde... Fena bozuk teyze. Dokunsak ağlıycak.
Ben önde oturan yolcu sıfatıyla teyzeye ilgi gösterip
“Siz nereye gidiyodunuz teyzeciğim” diye sorucaktım... “Yok ana yok, sen bu otobüste değilsin. Muavin saydı bizimkisini, herkes tamam. Ge ben seni indiriyim, lokantadan birine emanet ederiz bulurlar senin otobüsü” deyip teyzenin koluna girdi...
Otobüsün merdivenlerinden iniyorlarken teyze “vay başıma gelen” gibisinden ağlamaklı birşeyler söyledi. Allahtan, kaptan baba adamdı...
“Korkma, seni almadan gitmezler ana” dedi... “Diyelim ki gittiler, kor benim otobüse, nereye gitceksen alır götürürüm seni...”
Bir süre sonra yine aynı manevra serisi... Geceleyin ne de güzel yollar...
“Kamyonlar kavun taşır ben onu düşünürüm.”
Uyanalı çok oldu. Öylece tavana bakıyorum... Yüzlerce minik çıta iç içe çakılmış... Kenarlarda daha seyrek olan ahşap figürler tavanın ortasına doğru yoğunlaşıp, göbekte büyük bir yıldız motifine ulaşıyor... Pencere doğramaları, tığ işi perdeler, işlemeli yastık başları, saten yorganlar... Vaktin zamanında trilyon tane hareket olmuş bu evde. Keserler inip kalkmış, ilmekler atılmış, bebekler tay tay durmuş, inekler eve dönüşte burunlarıyla sokak kapısını itelemiş, kavanozlarda reçel, ambarda buğday istiflenmiş... Sonra gelip tümünün yorgunluğu benim üstüme binmiş sanki. Kolumu kaldırıcak halim yok. Oksijen mi çarpıyor, yol mu yoruyor ne oluyorsa artık, buraya her geldiğimde ilk birkaç gün, üstü efsunlu yorganlarla ışıksız örtülmüş derin kuyulara düşüyorum. Sürekli uykulu bir halde yattıkça yatasım geliyor...
Dün gece yatmadan önce halam,
“Naftalin kokusunu bastırsın diye yastık kılıfına Febrez sıktım” dedi.
O göznurları tarihinin, onca görkemin arasında tuhaf isimli bir “fıs fıs” efekti aniden komiğime gitti. Ama halama gülmeye gelmez, sinirli bir insandır kendisi... “Guatrası” var. O yüzden kafamı yastığa gömüp geçiştirdim.
Şimdi aklıma geldi, önce gülücektim sonra vazgeçtim. Aslında tuhaf değil tabii. Bundan 20 yıl sonra halam veya birisi:
“Geçenlerde yüklüğü havalandırırken bir yastığın üstünde Nuri Dede’nin saç telini bulduk. Kaliforniya’ya gönderdik DNA’sından kopyalıycaklar kendisini. Çarşambaya geliyor hayırlısıyla” diycek ve ben ona bile şaşırmıycam.
Çünkü hayat zamana tur bindiriyor...
Gerçi halam arada bir Febrez, filan demese, Enişte bey “Benzin istasyonuna bankamatik godulaa” gibisinden acaip mevzuular açmasa, bu köyde zamanın geçmediğinden hatta bi yerlerde takılı kaldığından söz edilebilir. Demin kapının önünden bir Anadol Kamyonet geçti mesela. Teybinde Esengül’ün “Uzaklarda arama, çünkü sen içimdesin, taht kurmuşsun kalbime, en güzel yerindesin” şarkısı çalıyordu... Ben, uzun uzun, bu zaman sıçraması gibi sürnormal görüntünün, bir yanılsama olup olamayacağını düşündüm. Lan harbiden fazla oksijenden filan mı zehirleniyordum? Bir Anadol Kamyonet’te Esengül çalan insanlar hâlâ yaşıyorlar mıydı? Zaman, önce İstanbul’da geçip sonra ikinci el olarak mı buralara düşüyordu yoksa?
Henüz bu sorulara anlamlı bir cevap bulamamışken karşı evin bahçesinde bir de O’nu gördüm, Sebebim’i...
Otobüsten sökülmüş tek kişilik bir koltuk üzerinde, yüzü yola dönük, hiç kıpırdamadan öylece oturuyor... Mola yerinde otobüsünü kaybeden yaşlı teyzeyi hatırladım hemen. Biraz ona benziyor sanki... Yalnız Sebebim’in yüzünde, o teyzenin telaşlı, üzgün ifadesi yok... Yerine, tarifsiz bir dinginlikle karışık çoktan kabullenilmiş derin bir keder okunuyor... Sanki bizim göremediğimiz bir otobüsün içinde, görebildiğimiz yalnızca bir koltuğa oturmuş akıp giden yollara bakıyor.
Oksijen zehirlenmesi hipotezimden vazgeçtim. Bindiğim otobüs Bolu Dağları’ndan aşşağı bi yere uçmuş olmalıydı. Şimdi ben yarı bilinçli halde, tek koltukla boşluktaki yeşil bir bahçede yüzen yaşlı teyzeler, kır yollarından geçip giden Esengül yüklü Anadol Kamyonetler görüyordum.
Soru: Ben halama birçok kez gelip gittim. Tam karşısındaki bu evde böyle bir teyze oturuyor muydu?
Yanıt: Hayır böyle bir teyze yoktu. O ev vardı ama boştu. Ancak daha sonradan evin sahipleri gelmiş olabilir.
Soru: Diyelim ki öyle, sonradan geldi. Peki neden otobüsten sökülmüş tek bir koltukta oturuyor?
Yanıt: Sen daha önce gördün bunlardan. Karayoluna yakın yerleşimlerde, köylüler kaza geçirmiş arabaların koltuklarını söküp bahçelerine filan koyuyolar. Hatta bazı tamircilerde oto yıkama yerlerinde de olur. Araba hurdaya çıkar, koltuğunu saklarlar.
Soru: Teyzenin oturduğu koltuk bayan yanı mıymış?
Yanıt: Aferin, espiri yapabiliyosun. Bu bilincinin olabildiği kadar yerinde olduğunu gösterir.
Soru: Peki halam niye, düş diyalogları gibi konuşuyo, Febrez filan diyo öyle...
Yanıt: Bu genetik bişey. Unutma ki oturduğu köyde babaannenin lakabı “Deli Fedime”. Dolayısıyla halan hatta sen manyaksınız.
Soru: Şu gelen halam mı?
Yanıt: Ta kendisi.
Evet bu gelen baştanbaşa halam, ta kendisi. Çünkü “Şu karşıdaki teyze kim?” diye sorduğumda kimse bana öyle bakmazdı. Halam arzu ediyor ki “Emmim kızı taze ferik mi?” şeklinde sorular sorup çevremizdeki gelinlik kızlar hakkında bilgi edineyim. O aracı olsun, kızın çeyizini saysın, yuvamı yapsın... Bu arzusundan hiç vazgeçmiyor, hatta benim yaşıma paralel olarak durum giderek şiddetleniyor. Ve ben kalkmış ona taze ferikler yerine geçkin bir kocakarının kim olduğunu soruyorum...
- Sebebim Deeze O...
- Nası Sebebim Teyze... Adı öyle mi...
- Hayriye ismi... Sebebim deye gocası derdi ona ööle... Bu genç gızkene içip içip baaçalarda “Sebebiim” deye bağurudu buna. Eski adamların hususi naarası oludu ööle. Köyün başından bağurdu muydu gelen zarhoşun kim olduunu hemen bilidün. Misal, enişdengil “Amaan medeeeet!”, rahmetli Emiroğlu Deden de “Ömrüüüüüm layn!” deye bağurudu.
- Bilmez olur muyum.
- Enişdengil, Emiroğlu felan zarhoşluğun kederinden, azcık itliine bağırıyolaadı amma. Hani “ömrüm bullada geçip gidyaa” gibisinden. Bu adam ööle deilidi, garısına baurudu hep “Sebebim” deye. Garı da buna “Miiis” derdi.
- Mis nasıl?
- Mistafa’nın gısası.
- Haa Mustafa... Eheh... Ne güzellermiş yaa... Mis ile Sebebim. E yoklardı ama bunlar burda. Ben hiç görmedim.
- Oğlu felan hep İstanbul’da oturuyolaadı. Depremden gaçıp da geldilee.
- Sebebim hasta mı peki?
- Gelip gidyaa işde aklı. Yürümesi otuması tamam tuvaletini felan da biliya. Amma gonuşmaya hiç kimseynen. Gocası ölünce susmuş... Yemek yememiş, su içmemiş... Hastaneye yatumuşlaa serumunan filan... Şimdi yedürüleese zorla üç beş gaşık bişey yiyya işte.
Uzaklardan Esengül’ün sesi geldi önce, sonra Anadol Kamyonet gözüktü sokağın başında. Arkasında bağdan dönen birkaç köylü oturmuşlar. Halama el salladılar. “Mağaranın üstünde bulut vaa yağmur gelyaa” dedi birtanesi.. Dönüp mağaranın bulunduğu dağa doğru baktım. Gözümü yeniden sokağa indirdiğimde halam yoktu ve Sebebim’in koltuğu boştu.
Yok ama düş değil bunlar. Buranın temposu böyle. Şehirdeki gibi değil. Orda net bilgiler ve ona bağlı net hareketler var. Belli saatlerde trenlere ve vapurlara koşuşulur. Pazartesi ve cuma günleri trafik kalabalık olur. Fatura ve maaş ödeme günleri bunların yol açtığı banka kuyrukları, bankamatiklerde para bulunmayan günler, cep telefonlarının çuvalladığı saatler, internete girilemeyen zamanlar hepsi bir neden sonuç ilişkisiyle bellidir. Cuma akşam saatlerinde bütün bar ve lokantalar dolar mesela, 9 gibi “Huzur Operasyonları” başlar. 12 ve sonrasında herkes sarhoş yollara dökülür. Cumartesi günkü haberlerde sarhoş sürücü, trafik kazası ve huzur operasyonu haberlerinin sırasını bilebilirsiniz. Kaza haberi büyüklüğüne göre önde gelir, Huzur Operasyonu sonlara doğru sarhoş sürücü ise, Sevimli Panda, Artist Maymun, Deli Horoz filan gibi bir hayvan haberinden hemen önce yayına girer. Bunlar basit olanları. Dikkatle bakan pazartesi ve salıların da sırrını çözer. Pazartesileri çapkın aile babaları eve geç gelirler ya da ortadan kaybolurlar mesela. Hafta sonunu aileleriyle geçiren bu zevat pazartesi gecesi de aftosunu gezdirir. Bu yüzden büyük aile kavgaları salıya rastlar.
Daha da dikkatle bakanlar şehirlerde kısa zaman aralıklarında tekrarlanan olayları da rahatlıkla bulabilirler. Su deposu ufak olan apartmanlarda, reytingi yüksek olan bir TV programının hemen ardından sular kesilebilir örneğin. Tuvaletteki işi uzun olanlar reklam aralarını es geçip programın sonunda topluca tuvalete gidip sifonu çekerler, depo hızla kanalizasyona karışıp tükenir. Aynı şekilde kışları saat 19 gibi işten dönen birçok insan aynı anda elektrikli ısıtıcılarını açtıkları için trafo patlar karanlıkta kalınır. Falan filan...
Burda öyle değil ama. Zaman kentten bağımsız başka bir boyutta akıyor ve ben olup bitenlerin anlamını o yüzden tam olarak çözemiyorum. Oksijen zehirlenmesi ve şarampole uçan otobüs hipotezlerimi bir yenisini ileri sürerek çürüttükten sonra halamın peşinden eve girdim.
Halam damdan indirdiği çamaşırları katlıyordu. Bu beni rahatlattı. Hareketler o kadar da anlamsız değildi yani. Kamyonetteki adam “yağmur yağacak deyince” halam çamaşır toplamaya Sebebim ise belki gelecek yağmurdan kaçmak için belki de sebepsiz yere aynı anda içeri girmişlerdi. Tamamdı işte zamanın boyutu ve akış biçimi farklı olabilirdi ama yine de hayat zamana tur bindiriyordu... Çünkü Halam bana “Gokoreçiiii” diye bağırdı.
Şimdilerde dakka başı yayına giren böyle bir reklam var. Birbirine seslenen iki seyyar satıcının ağzından internet paketi tanıtılıyor. Biliyorum fakat yine de aradaki bağlantıyı hemen kuramadım. Halama güldüm o da bana güldü. Zaten şiveli konuşan kimselerin başka bir şiveyi taklit etmesine oldum olası gülerim ben. Bi süre hala yeğen birbirimize sevimlilik yaptık. Neden sonra bu “Gokoreçccci” hitabını masanın üstünde duran dizüstü bilgisayarıma borçlu olduğumu anladım.
“Gök gürledi gödemen şakladı” sonra. Burda sağanak yağınca öyle diyorlar. Gödemen dev yapraklı bir bitkinin adı. Şaklama hadisesini daha sonra sorucam ama halama. Şimdi aklım Sebebim’de. Camdan baktım, yine koltuğunda Sebebim. Bulunduğu yere pek yağmur düşmüyor. Ya da görünmeyen otobüs gibi, yağıyor fakat biz oraya düşen yağmuru da göremiyoruz. Sahi nereye gidiyor o görünmeyen otobüs? Mis’in yanına mı? Öyleyse ne zaman varır? Sebebim öyle hüzünlü duruyor ki, insan otobüs bir an önce varsın istiyor.
- Nası ölmüş peki Mis. Depremde mi?
- Eceliynen. İstanbul’da belediye arabasında düşüp ölüveemiş. Bi uşak evine haber etmeye gelmiş. “Apça ölüüken sebebim dedi” demiş. O lafı duyunca susmuş işte bizimkisi. Daa kimseyle gonuşmeya gaari... Ööle oturyo. Arada bi oğlu “Ooof de anaa, bunlar olsun muydu?” deya... O vakıt kocagarı içinden bi of sökyoo şööle, soona habire ağleya akşama gada.
- Manyak mı onun o oğlu... Niye ağlatıyo kadını yaa.
- Rahatleya deya. Ne bilyin ben...
- Rahat değil o.
- Aman ne bilyin ben, biz car car gonuşabilyoz da keyfimiz halimiz yerinde mi sanki...
Sonraki günlerde ara sıra Sebebim’in yanına oturup görünmeyen otobüs yolculuğunda ona eşlik ettim. Bahçe önünden gelip geçerken kendisine laf atan bir sürü insan oldu. Ama ben suskunluğuna ses çıkarmadım, öylece yanında oturup baktığı yerlere baktım. Belki kendisi bir şey söylerdi, söylemedi. Yalnız bir keresinde kendimi tutamayıp yolculuğun akışına müdahale ettim. Görünmeyen otobüs mola vermiş Sebebim içeri gitmişti. Hızla koşup koltuğuna oturdum. Bunu niye yaptığımı bilmiyorum. Koltuktan yol nasıl gözüküyor diye mi bakmak istedim, döndüğünde gelip benle konuşur diye mi umdum tam bilmiyorum. Koltuğunda beni görünce kapının eşiğinde kıpırdamadan durdu. Ben de durdum. Ne koltuğuna doğru bir adım attı, ne içeri döndü. İçimdeki öküz kendi kendine “Belediye otobüslerinde yer vermek istemeyen yorgun üniversite öğrencileri gibi uyuyo taklidi yap” dedi. İçimdeki öküzün espirisine gülümsedim. O da gülümsüyo mu diye baktım, öyle bir şey olmadı. Tam tersine, mola yerinde otobüsünü kaybeden teyze gibi telaş ve üzüntüyle baktı bana. Çok üzüldüm, içimdeki öküze içimden küfürler ederek hızla koltuğu hatta bahçeyi terkettim.
“Bu binayı yapan usta, içinde bir gelin hasta.”
En küçük yeğenim benim dizüstü bilgisayarımdan nete girmiş ayıp resimlere bakıyordu. Beni görünce ekrandaki pencereyi kapayıp,
“Maillerime bakıyordum” dedi.
Bıçkın abiler gibi gülüp,
“Ne çoklar ama di mi?” dedim. “Her türlüsü var.”
Utansın mı gülsün mü bilemiyordu ki, eniştem girdi içeri. Bu kez ben,
“Maillere bakıyorduk enişte” dedim.
Atmışüç yaşındaki eniştem öksüre öksüre,
“Bakın bakın genç adamsınız” dedi.
Vay anasını sayın seyirciler, memleketimde internetin esasen ne amaçla kullanıldığını eniştem bile net olarak biliyordu.
Bir süre, kasabadaki İnternet Cafe’den konuştuk. Kameralı çet felan her şey varmış, gözleme de yapılıyomuş. Ben enişteme “Gödemen nası şaklıyodu” diye sordum. Yeğenim fısıltıyla bana “Erotica bondage”nin ne demek olduğunu sordu. Karşılıklı bilgi alışverişinde bulunduk.
Yok, zaman bir yere takılı filan kalmamıştı. Hayat ziplenmişti. Hayata dair birtakım veriler sıkıştırılmıştı ve bazen zamandan bağımsız deli gibi akıyordu.
Eniştem ve torunu bilgisayarı kurcalarken ben yeni hipotezimin ışığı altında yine Sebebim’i düşündüm. O belki de delice hızla giden bir otobüsten kendi koltuğunu kasten ayırmış, burada böyle dingin ve sessiz oturup arkadan gelen ruhunun kendisine yetişmesini bekliyordu. Tıpkı “Bulutların Ötesinde” filmindeki gibi.
Antonioni’nin bu filminde adam genç kıza şuna benzer bir öykü anlatıyordu:
Bir zamanlar Afrika’da kayıp bir kenti aramakta olan arkeologlar, yanlarındaki yükleri katırlar ve yerli hamalların yardımıyla taşıyarak uzun bir yolculuğa çıkmışlar. Kafile çetin doğa koşullarında balta girmemiş ormanların içinde ilerleyerek günlerce yolculuğuna devam etmiş. Fakat bir gün yerli hamallar aniden durmuşlar. Yüklerini yere indirip oturmuşlar, derin bir suskunluk içinde öylece oturup beklemeye başlamışlar. Ulaşmak istedikleri yere bir an önce varmak isteyen arkeologlar, bu duruma bir türlü anlam veremeyip yerli dilinden anlayan rehbere geciktiklerini söylemişler. Zaman kaybettiklerini, bir an önce yola devam etmeleri gerektiğini anlatarak yerlilerin neden durduklarını öğrenmek istemişler. Rehber, kararlı bir suskunluk içinde oturmuş bekleyen yerlilerle birkaç cümle konuştuktan sonra, durumu onların ağzından şu şekilde ifade etmeye çalışmış:
“Çok hızlı gidiyoruz. Ruhlarımız geride kalıyor.”
Yeğenle Enişte bir ara bilgisayarın masaüstünde duran notlarıma tıkladılar heralde.
“Bu Sebebim bizimkisi mi” diye sordu ufaklık. “Yazısını mı yazcan onun.”
“Bilmem öyle not aldım işte.”
“Bak yazacağısan ben sana hakikatı anladıveeyin” dedi eniştem. “Bunu köyde hiç gonuşmaya deye bilyalaa ama gonuşmuş bi kere bu.”
“Ne demiş enişte, arkaya doğru dönüp muavinden su mu istemiş?”
Ufaklık kikir kikir güldü. Enişte Bey ağızlığına bir sigara takıp yaktı, tek dizini altına alıp sedirin üstüne kurularak muhabbet pozisyonuna geçti. Sonra çok gizli sırlar veriyormuş gibi merak uyandıran bir tonlamayla anlatmaya koyuldu.
Bir keresinde konuşmuş Sebebim. Oğlu sarhoş dönmüş anasının dizine yatmış ağlıyorken,
“Faik” demiş oğluna “Ben ölemeyan. Melaikeler benim defterimi kaybetmişler yukarda.”
Eniştem sağ ve sol omuzlarını çenesiyle işaret ederken,
“Münkir’le Nekir var ya” dedi. “Kiramen katipleri. İnsanın omuzlarında durup biri günahları, öbürü sevapları yazar hani. İşte Sebebim’in günahlarıynan sevaplarının yazılı olduğu defter gaybolmuş yukarda. Esasen ölecekmiş vaktı gelmiş ama bu yüzden bi yere gidemeyamuş.”
Ufaklık şimdi çok ciddi. “Melaikeler” lafı geçtiği sırada, az önce bize çaktırmadan açtığı porno pencereyi, derhal kapatıp internetten çıktı. Eniştem ise kendi anlattığı öykünün dehşetine kapılmış bana doğru boş boş bakıyor. Sigarasından uzunca bir kül parçası üstüne düştü, kıpırdamadı. Kimbilir belki günün birinde kendi defterinin de kaybolacağından korkuyor. Ben, ilahi düzlemde böyle kırtasiye işi bir karışıklığın olup olamayacağını düşünüyorum. Hatta, eniştemin anlattıklarına gülsem, bu durum benim defterimde hangi haneye geçer, onu kestirmeye çalışıyorum.
Neden sonra, eniştem transtan çıkıp üzerindeki külü silkelerken:
“Doğru, yanlış. Ben bilemeyan gaari” dedi. Bu oğlunun anlatması. Sebebim gonuşmuş işte, “bööleyken bööle” demiş.
“Defter işi bizi aşar usta, burdan doğru bilemeyiz. Ama bu Mis’le Sebebim fenaa aşıklarmış birbirlerine, halam öyle anlattı.”
“Bak orası öyledi... Şu garı vaa ya şu garı.”
Pencereden dışarı, Sebebim’in bulunduğu bahçeyi işaret ediyor.
“Üç dane çocukları varıken bile O Mıstafaya, her gördüünde ööyle bi muhabbetle bakardı ki. Lan nooluyoz derdin, bunlaa birbirlerini ilk defa mı görüyolar gardeşim. Aha sana yemin, şu yaşımda bana o şekilde bakan bi garı olsun, gider kapısında ölürüm.”
“Halam duymasın oyar.”
Yeğen yine kikirdedi.
“Yalan yok bizde enişdesinin. Amma o Mistafa da ööle bi derininden severdi garısını. Hakkaten sebebiydi. Ondan önce ölüverecin deye aklı çıkaadı hep. Needecen amma... Neticede öncesi, sonrası... O sıraların yazdığı defteri de bilemeyoz biz.”
Gözümün önünden bir sürü bakış geçti. En mavisinde takılıp kaldım. Benimkisi oydu heralde. Henüz küçüktüm, öyle bakan birileri daha bulunur sanmıştım. Hesapta büyümüş halim küçüklüğüme kızdı. Her tarafı kaybolsa, defterimin yalnızca o sayfası kalsın istedim. Görünmeyen otobüs gidemezdi benimkine, hayatın radarı tarafından asla görülemeyen, tarifesi belirsiz bir uçakta kendim için bir koltuk düşledim.
Ufaklık hayatın kontrol kulesinden doğru tuhaf bir laf edip beni yere indirdi sonra.
“Öyle aşk kalmadı artık” dedi. “Belki de Sebebim geçen ikibin yılın ardından yeryüzünde yaşayan son aşıktır. O da ölünce biter hepsi.”
Ufaklığın hipotezi metalik gri renkli milenyum geyiklerinden biri miydi, yoksa, hadisenin gerçekten alacakaranlık bir boyutu mu vardı, o an için bilemedim...
“Gitmek, biraz ölmektir.”
Gidebiliyordum, gittim ben. Birkaç ay sonra döndüğümde “Görünmeyen otobüs” geride unuttuğu tuhaf yolcusunu koltuğuyla beraber alıp götürmüştü...
Kalkmış o koltuktan Sebebim, bi güzel giyinmiş. Ut çalıp şarkı söylemiş. Tuhaf hikâyeler anlatmış, bahçelere dalıp her kiraz ağacından üç beş tane koparıp yemiş. Derelere ayağını sallandırmış, güllerini budamış, kedilerini, sardunyalarını sevmiş. Torunlarını toplayıp çaya götürmüş, beraber suya atlamışlar...
“Nooldu sana” demişler... “Yıllardır susuyodun şimdi nooldu böyle birden.”
“Yok bişey” demiş. “Şükür Allaha iyiyim ya işte...”
O akşam çardakta çay içmişler önce, herkese bi şekilde dokunmuş Sebebim, kiminin yanağına yanağını yaslamış, kiminin omzuna başını devirmiş, torunlarının düğme burunlarından tutup saçlarını okşamış.
Sabahleyin en güzel giysileriyle bahçede, koltuğunda cansız otururken bulmuşlar.
“Yalan yok ben üzülmedim” dedi halam. “Öyle kalkıp hop zıp ettiğinde anladım. Hatta ‘yukarda defterini buldular bunun’ diye eniştene de söyledimdi. Neticede gidip kavuştu işte Mis’ine.”
Ben de üzülmedim, hatta görünmeyen otobüs sonunda yerine vardı diye gizliden sevindim.
Gelgelelim, alacakaranlık fikirler üşüştü aklıma. Sebebim’le Mis’inki 2000 yıl sonra yeryüzündeki son aşk olabilir miydi hakkaten. Gözümün önünden standart telefon mesajları, porno siteleri, manyak reklam kareleri, deli işi klipler geçti... Çalıntı şiir okuyan kıllı herifler, herkesi habire kocaman öpen salak dicey karılar, Tarantino diyalogları, Bukowski satırları duyuyorum sandım. İcq öttü, cep çaldı, maç konvoyu geçti. Şöyle temiz bir naara koparıp hepsini birden bastırmak istedim. O an için özgün bir naara gelmedi aklıma, kendime ait bir şey bulamadım, ben de dedeminkinden attım bi tane:
Ömrüüüüüüüüüm laaaaaaaynnnnn!
Hayaller Kâhyası adlı kitaptan