4 Mart 2009 Çarşamba

İNSAN KALMA ALIŞTIRMALARI... KISIM:5

Önceki kısımları okumak için tıklayınız

Masadaki milyon tane bira kabuğunun arasında bulduğum şiir gözüme kaçmış, öylece durup heykellere karışmıştım sabah sabah. Kırmızı perdelerin arasından yol bulmuş bir ışık huzmesi yerde yatan Erdem’i boydan boya kesiyordu. Bakıp düşünüyordum, az daha geçsin ben de mi böyle olacaktım lan? Sabahları beni, tuhaf bir hastalık gibi halının üstünü saran siyah naylon torbalarla yamrı yumru bira kutularının arasında mı bulacaklardı?

“Yok be abi bununki başka bişey” dedi Orhan.

Bir perdeden sızan ışığa bir yerde yatan abisine baktı. Uyansın diye abisini yerde çok az sürükleyip ışık demetinin tam gözlerine gelmesini sağladıktan sonra yanıma oturup anlattı. Özetle; şiirdeki zamanı, fazla değil, az çok bilebilen bir yaşta olmak daha fenaydı. Orhan, sonrasında ben, doğduğumuz tarih itibarıyla şu an dışarda hüküm süren hayata karşı daha donanımlıydık. Aklımızın erdiği zamandan başlayarak bize, doğalmış, zaten hep öyleymiş gibi gelen birçok şey O’na başka türden bir acı verebiliyordu. Çok değil, aradaki altı yaş farktan söz ediyorduk ama Orhan’ın savına göre bu böyleydi. Evet, sonuç olarak Erdem ilkokuldayken yerli malı haftasında şiir ezberleyip okumuş bir insandı. Sonra hayat bir iki yıl içinde pek de hızlı değişmişti. Ama yalnızca onbir yaşındayken böyle bir şiiri ezberine alıp bilincinin altına kaçırmak bile bu gün her dakika, insanı yerli malı kullanmadığı için bir suçluluk duygusuna, ordan mutsuzluğa, derken nedensiz öfkelere, giderek sosyal uyumsuzluklara, sonunda da kırmızı perdelere itebilirdi.
Yine dalga geçiyordu galiba pezevenk yaa. Boş bulunup ciddi ciddi dinlemiştim herifi.

“Haa yaaa doğru bak, beş yıl sonra biz ilkokuldayken yerli malı haftası boyunca beslenme derslerinde ekstazi yuttuk. O yüzden kafası daha da güzel bir nesil olduk, şimdi abimizle aynı kırmızı perdelerin altında yaşıyoruz.”

Orhan’la aynı dilden az bir geyikliyim dedim ama devamı gelmedi. Yerde yatan abisini işaret ederek:

“Olm ölücek lan bu herif. Bi doktora felan götürelim” dedim, hatta bağırdım.

“Annem ‘içmesin’ diye bir hocaya muska yaptırdı. Ona bile yetmibeş milyon almış hoca efendi hazretleri. Psikiyatristler daha insaflı bak, seans başı atmış milyon istiyolarmış. Bilim tabii bu boru değil. Bir kutu bira ise altıyüzbin lira. Bilmem anlatabiliyo muyum?”

“E noolucak peki?”

“Bişey olmaz O’na” dedi, kendisinden ilk kez duyduğum yankısı önden giden titrek bir sesle. Abisinin başına diz çökmüş saçlarıyla oynuyordu.

Sonrasına bakmadım ben. Kim bilir belki de bakıp ne gördüğümü anlamamışımdır. Abisini, artık kanıksadığı bir çaresizlikle, içi bira kabuklarıyla dolu dev bir siyah poşet gibi yerlerde sürümesine o kadar alışmıştım ki...
Hiç gözlüğünü çıkardığını görmemiştim Orhan’ın, sesinin çatallandığını hiç duymamıştım, kendini hiç koyvermez sanıyordum. Meğer arızalı bir deniz gözlüğüymüş onunkisi, tuzlu suları gözden tarafta biriktiren.
Ben bakmadım sonrasına. Yalnızca “Bi şey olmaz O’na” lafı doğru olsun istedim, önce Erdem çıkıp gidebilsin bu evden. Sonra... Sonra, eğer Orhan’ın dediği doğruysa, yani biz hayata karşı daha donanımlıysak, bir şekilde biz de çekip giderdik.

Hemen ertesi gün üçümüz de dışarı çıktık.
Bir süre öylece durduk “Ergün Bey Apartumanı”nın demir kapısı önünde. İçeri alsalar hemen geri girerdik fakat apartman yöneticimiz, sevimli teyze, Dul Bayan Valentin Sobacıyan “Uzay Böcek İlaçlama Servisi”ne apartmanı ilaçlatıyordu. Bir gece önce kapımızı çalarak bize 11-16 saatleri arasında evde bulunmamamız gerektiğini tebliğ etmiş ve “Bekârsınız ka, yoktur yemeğiniz” diyerek bir tabak ıspanaklı börek bırakmıştı.
Şimdi, içerde böcekleri kurşuna dizmeye başlamışlardı. Ve biz infazdan son dakikada kurtulmuş yalnızca üç taneden ibaret bir tesbih böceği misali, aradaki mesafeyi pek açmadan tek sıra halinde ağır ağır yürümeye koyulduk Kurtuluş sokaklarında.
Yerini bilemedik, az ileride mezarlıkta olabilirdi, yakınlardaki bir iğde ağacından yayılan bahar kokusu İstanbul’un bu eski semtini insanlara iyi gelen efsunlu bir ilacın buğusu gibi kuşatıyordu.
Orhan bilgisayar ve cep telefonu parçaları satan bir mağazanın vitrini önünde durdu. Böceği oluşturan diğer tesbih taneleri olarak mecburen biz de durduk. Ben Orhan’ın baktığı parçalardan anlamıyorum, o yüzden içeride kendisine mikili cep telefonu kılıfı almakta olan çilli kıza baktım testesteron gözlerle. Erdem ise vitrinde kendi aksini görmüş olmalı.

“Oha lan mağara adamı gibiyim” dedi. “Hazır dışarı çıkmışken, berbere, hatta berberler federasyonuna gidiyim ben. Tek berber altından kalkamaz bu kafanın.”
Ben, becerebilsem dişçiye gitmeyi planlıyordum aslında. Zira bu eve düşmeden önce, dışardaki son günümü bir dişçide geçirmiş, doktor değil ama oradaki şişko bir hasta tarafından canım yakılınca tedavimi yarım bırakıp arkama bile bakmadan kaçmıştım ordan. Nevzat Amca beni süt dişlerimden beri tanıyan bildiğim tek diş doktoruydu. Gittiğimde koltuktaki hastaya morfin vurmuş beraber uyuşmasını bekliyorlardı. Konuşurken bir ara koltuktaki hastayla gözgöze geldik, nerden tanıştığımızı bilmiyorum teyzeyle. Ama o beni tanıdı. Tanıdı ve morfinden uyuşup hafiften çarpılmış ağzıyla bende artık birisi kafama çekiçle vuruyor duygusu yaratmaya başlayan o cümleyi sarfetti:

“Eee, okul da bitti. Nerde çalışıyon sen şimdik? Nikâh, nişan öyle bir şey var mı?”

O anda, aslında dişçi olmayan bir dişçi olmak istedim. Paslı kerpetenler geçti aklımdan. Yaa teyzeciğim, nasıl yaa? Böyle ağzın uyuşmuşken, içinde pamuklar varken, belki canın yanıyorken. Niye? Nasıl bir arızadır? Şişman teyzeler arasında nesilden nesile aktarılan gizli bir şifre mi bu? İnsan türünün bu sihirli cümleyle mi sürdüğünü sanıyorsunuz? Ondan mı, can çekişirken bile pamuklar tükürerek bu cümleyi kurmak için acı çekiyosunuz? Başka herhangi bir cümleyi bu denli iştahla ve bu sıklıkta sarf etseniz, dünyada neleri değiştirebilirdiniz farkında mısınız? Bak, bir de ben daha fazlası olamaz artık sanıyordum: yazın bahçede eğilip bostana kafamı daldırmış domates toplarken bir kadın, daha yüzümü görmeden, adımı bile söylemeden, popoma doğru aynı sözcükleri sıralamıştı. Oldu ama. Daha fazlası oldu. Bunu da gördüm. Öfkeli diş ağrımı da alıp çıktım ordan.

Çilli kız dükkândan çıktı. Az kaldı, ben de onun poposuna doğru birtakım sözcükler sıralıycaktım, dönünce göz göze geldik, kendimden utandım. Bana güldü, çapkın çiller uçuştu havada, koşup birini yakalamak istedim ama üç taneli tesbih böceği ters yönde hareketlendi. Öylece, tek sıra halinde yürüdük. Dişçi, bilgisayarcı ve berber tabelalarının önünden geçip parktaki bir banka dizildik.
Sonra yine aynı yolu izleyerek hayatın arasından geçtik böcek adımlarıyla, zaten hiçbir yere gitmemişken geri döndük, Kurtuluş’taki kırmızı perdeli eve.

Sonrası da var tabii. Hayır, onları hatırlıyorum aslında. Ama “aksiyon yok”, anlatsam sıkılırsınız. Birbirinin aynısı günlerdi. Şöyle şeyler olmadı mesela, o çilli kız bir gün kapıyı çalıp “Pardon, bi parça buz var mı acaba sizde” demedi. Ben dışarı çıkmadım. Belki o yüzden semt çamaşırhanesinde aynı çamaşır makinasına jeton atmak isterken ellerimiz birbirine değmedi. Köşedeki kitapçıda karşılaşıp tek kopyası kalmış “Fransız Teğmenin Kadını” adlı romanı birbirimize ikram etmedik. Karşı dairede işlenen cinayet için kapımızı çalan bir “federal” de olmadı. Acıklı mektuplar bırakıp intihar etmedik. Hepten sıyırıp seri cinayetlere dadanmadık, şofbenden zehirlenmedik, mafya kapısında tetikçiliğe soyunanımız, benzin döküp bir yerleri kundaklayanımız da olmadı. Biz, biryetmişbeş boylarında üç beyaz, olay saatinde, hatta dışardaki tüm olay saatlerinde, evdeydik.

İşte böyle; klip estetiğinden yoksun, temposu alabildiğine düşük, sözleri akılda kalıp dile takılmayacak sessiz sıradan diyaloglarla usul usul akıp giderken hayat, yani aslında olduğu gibiyken, ortada hiç de özel bir şeyin olmadığı bir gün.

“Geri sayım bitti usta” dedi Erdem. Ayık ve daha uzun boylu gözüküyordu.

“Gidiyosun yani.”

“Hehe... Evet, flemenkocu bir kadına âşık oldum peşinden İspanya’ya gidiyorum” dedi.
Aynı günün akşamı babasından kalan bakkal dükkânını işletmek üzere Bandırma’ya gitti.
“Olası Irak Savaşı”nın olduğu günlerde ise sırası geldi, Orhan da bir gri zarfın peşinden askere gitti.
Gidemedim, henüz siz de gelmemiştiniz, oturdum bu devrik cümleleri yazdım ben de. Bazısının orjinali öyle, çünkü Erdem’in ayılınca okumak için kendine yazdığı yerçekimine kapılmış notlardan aldım. Kimini de ben devirdim, öyle püskürdüğü gibi kaldı. Toplamadım. Ortalık epeydir dağınıktı zaten, henüz siz yoktunuz, ben kendime kurdum bu cümleleri. Unutmaktan korktum. Dışarı çıkınca benimle birlikte dizi film repliklerine, simültane savaş çevirilerine, milyon türlü gürültüye karışmalarından endişe ettim. Ya da dışarıyı hepten kaybedip bu kez içerde, şu kırmızı perdelerin altında insanlığımı yitirmekten korktum. Başkasını bilemedim, yazdım.
Bunlar işte; benim insan kalma alıştırmalarım

Son
ATİLLA ATALAY'IN "AĞLAMA DOLABI" ADLI KİTABINDAN ALINMIŞTIR