3 Mart 2009 Salı

İNSAN KALMA ALIŞTIRMALARI... KISIM:4

“Hocam kendini bir ‘product’ olarak düşün. Aldığın diploma, gördüğün kurslar, bildiğin diller ve bilgisayar programları, hatta boyun posun ve diğer fiziksel özelliklerinle, işverenin kullanımına hazır bir ürünsün sen. Peki, kendini nasıl pazarlıycaksın? İşverenin “A” yerine “B”yi işe alması için özelliklerini artırman ve bunları sunman lazım”

Böyle şeyler konuşuyorduk. “A”yla. Yarın işe gidecek, oturmuş kırmızı perdeli evde gömleğini ütülüyordu. Az kafasını çevirip arkasındaki kitaplığa baksa vaktin zamanında “pekiyi” alarak geçtiğimiz “İş idaresi, pazarlama stratejileri vb.” gibi ders kitaplarını görmemesine imkân yoktu. O kitapları raftan kapıp kafasına ekleştirmek, “Ne diyon lan kime anlatıyon bunları oğlum? Ne yurtdışı, nasıl master, nasıl dil kursu bir tane daha, bedavası var mı onların?” diye bağırmam an meselesiydi. “Arak makale profesörlerinin çeviri kitaplarını ezberleyip diplomamı alalı çok oluyor” da derdim. Ama olmuyordu işte. Söylemiştim, kırmızı perdelerin altındayken, bir salağa “salak” diyemiyordunuz. Oysa bu durumdayken, size herkesin her şeyi söylemeye doğal bir hakkı varmış gibiydi. Anlatılamaz bir değersizlik duygusu tarafından kuşatılıp öylece kalıyordunuz.
En kötüsü de; herkesten ve her şeyden nefret ederken yakalıyordunuz kendinizi. İşi olanlardan, sevgilisi olanlardan, televizyonda bir diziyi kaçırmadan izleyenlerden, niyeyse, Noel çamı süsleyenlerden, fal okuyanlardan, klip çekenlerden, onları eleştirenlerden, kendini bir müziğin ritmine kaptırmış öylesine dans edenlerden, bırakıp gidenlerden, gitmek bilmeyenlerden, gözünün üstünde kaşı olanlardan... Hadi şimdi bu geveze arkadaş (o gece hayatımıza dair ezbere yaptığı önerilerden sonra Ondan sadece “A” olarak söz ediyorduk) benim nedensiz nefretime kurban olmasındı. Sustum ben. Hatta şefkat gösterdim “A”ya, hiç yoktan ilgileniyodu lan işte bizle fena mı? Hem, aşağılık oyunları vardı hayatın, iş bulup ofis ortamlarına dalınca, deliksiz kravatlar edinip elimizde kahve bardakları, cebimizde sodeksolarla fikus benjamin saksıları arasında sekerken bizim böyle cozutmayacağımızın garantisini kim veriyordu ki?

“Demin “A”cık ağızlı mı dedi Erdem bana? Niye ki?”

“Yok be abi sarhoş o, ne dediğini bilmiyo.”

Böyle iş güç sahibi “A” gibi herifler ve ofis karılarının evi ziyarete geldiklerinde çevirdikleri yarı Türkçe geyiklerinden bunaldığım zamanlarda konu komşu geyikleri daha masum gelmeye başlıyordu. “Gece yatmak sabah kalkmak bilmiyosun” diyen babalar, “Eee ne zaman evleniyosun” diyen şişko teyzeler... İki üç tane böyle cümlesi vardı onların. “A” ve sevgilisinin (sevgilisi de vardı eşşoğleşşeğin) “Team Building” yani, “iş yerinde takım ruhu oluşturma stratejileri” çerçevesinde “Paintball” oynamalarını konu alan muhabbet ise fevkalade karışık geliyordu insan ruhuna. Dev şirketlerde oluyormuş böyle, işveren personelini takım ruhları gelişsin diye bunları ormanlık bi araziye salıyomuş. Elemanlar, boya mermisi fırlatan tabancalarla dekmancılık oynayıp stres atıyolarmış.

“İş dünyası; strateji oluşturma, ekip kurma, rakipten önce hedefi ele geçirme, taktik geliştirme, kitleleri kanalize etme, rakibi yok etme ve kazanma gibi özellikleriyle savaşlara benzer.”
Bir gece, böyle bi laf etti “A”. Boyalı felan değil resmen ateşli silahlara davranasım vardı, yetsindi artık. Kasten böyle yapıyodu bu ibne, dövelim bitsindi. İşsiz insanlara açılıcak mevzu muydu lan şimdi bu? “Dekman” diyen gözlerle sussun diye suratına baktım.

“Aslında bu laf benim değil. Amerikalı bir generalin yazdığı İş Dünyası adlı bir kitaptan” dedi.

“E peki ‘Vietnam Sendromu’ da yaşadınız mı abi siz şirketçe paintball oynadıktan soona? Öylese fena lan, Mecidiyeköy’de Vietnam Sendromu kötü koyar adama.”

Orhan’ım yaa... O böyle bir herif işte. Bilgisayarının önüne kazdığı siperden kafasını nadiren dışarı çıkarır ama çıktığında orda olmak istemezsin. Helal... Güzeldi lan bu Vietnam Sendromu espirisi. Bi daha söyle Orhan... Sustu kaldı “A” hıyarı. Bööle işte oğlum, böyle yere sererler adamı. Nasrettin Hoca’nın ve Battal Gazi’nin torunlarıyız biz...
Çok mu coştum? Naapalım, o başlattı savaş şeysini.

Şimdi savaşın galip tarafı olarak bir “antlaşma” imzalanmasını istiyoruz:

Kurtuluş’taki Kırmızı Perdeli Ev Antlaşması
1) İşverenler, personel arasında ekip ruhu geliştirmek felan feşmek gibi gerekçelerle personeline orman ve boya püskürten tabanca kiralayarak onbinlerce dolar harcamıycaklar. O parayla memleketin işsizlikten bunalıp hafiften kafayı sıyıran milyonlarca evladına iş olanağı yaratılıcak. Hem zaten şu bilinecek ki: Eğer işini boşlayan, ekip ruhundan uzaklaşıp şımarmış bir personel varsa, Kurtuluş’taki kırmızı perdeli evde yaşananları görmesi ve/veya hatırlaması yüzüne çarpacak bir boya topundan daha etkili olacak. Kısa vadede personel “hamd edecek” ve şirketin hedefleri için canla başla çalışacak. (“A” hamd nedir bilmiyor ama o bir salak. İlerde iş sahibi olunca, yüzüne söylenecek.)
2) Fikus Benjamin (ofislerde illa ki birkaç tane bulunan saksısı 150-200 milyon lira civarında ağaç iriliğinde süs bitkisi) yerine işe insan alınacak.
3) Reklam için “Orospuyla Çay Saati, Yıvış’ın Kanepesi’nde Üç Konuk, Bilmemneyin Katkılarıyla Moron ve Ötesi Show” gibi birtakım akla ziyan radyo ve televizyon programlarına sponsorluk yapan şirketler bunun yerine işe eleman alıcaklar. Karşılığında kendisine iş verilen taraf iş çıkışlarında iskele, otogar vb. gibi kalabalık yerlerde “Abilerim ablalarım, ben bilmemne şirketinin bana verdiği iş sayesinde, onların katkılarıyla, yaşamımı sürdürüp onurumu koruyabiliyorum. Beni “taa üniversitelere kadar” okutabilmiş ailem için, başı bir türlü dertten ve yoksulluktan kurtulamayan ülkemin yorgun, uykulu gözlü insanlarına borcumu ödemek için, bana çalışma olanağı tanıyan Felan Şirketler Grubunu yalarım” diye bağırmayı taahhüt edecek. Taraflardan...

Gerisi okunmuyor. Okunan bölümler de pek anlamlı değil. Fikus Benjamin olduğunu kuvvetle tahmin ettiğim birtakım dallar yapraklar çizmiş Erdem. Bir kızın adı var sonra, aransın mı aranmasın mı karar verilememiş; deli “2”ler ve sarhoş “7”lerden, boşverilmiş “4”lerle eksik yazılmış gururlu “3”lerden oluşan bir telefon numarası, bir de Gülten Akın Şiiri.


“(...) Seni sevdim, küçük yuvarlak adamlar
Ve onların yoğun boyunlu karıları
Düz gitmeden önce ülkeyi bir baştan bir başa
Yalana yaslanmış bir çeşit erk kurulmadan önce
Köprüler ve yollar tahviller senetler hükmünde
Dışa açılmadan önce içe açılmadan önce kapanmadan önce
Nehirlerimiz ve dağlarımız ve başka başka nelerimiz
Senet senet satılmadan önce
Şirketler vakıflar ocaklar kutsal kılınıp
Tanrı parsellenip kapatılmadan önce
Seni sevdim. Artık tek mümkünüm sensin...”

Sürecek