Ertesi sabah “Biri bizi gözetlese, o da şizofren olur, evine hoş geldin” dedi Erdem. Gülüştük...
Aslında dikkatle gözetlense her yerde bir sürü vardı o evlerden. Kederli gölgeler, kimselere görünmemeye çalışarak girip çıkarlardı “Tutunamayan Lojmanları”nın kapısından. Bakkalların en hakikatli yumurta ve makarna müşterisi o evlerde yaşardı. Kapısını koklardı meraklı apartman teyzeleri. Eskiciler bilirdi ki; en çok okunmuş gazeteyi o gölgeler biriktirir. Eksiksiz doldururlar bütün çapraz bulmacaları, “Eleman arayanlar” sayfası hep delik deşiktir. İsimsiz, sessiz zilleriyle beraber susarlardı, gözlerini apartman boşluğuna düşürmüş, size değmeden uçarak inip giderlerdi merdivenlerden. Görseniz, görürdünüz.
İşte ben kendimi o evlerden birine “Uykucu cüce” kadrosuyla yazdıktan sonra, günler günleri kovaladı. Arada irili ufaklı birkaç kriz daha oldu, kim bilir kaç tane daha CV yollayıp cevap bekledim giderek derinleşen uykularda. En çok babamı özledim, en çok o anladı, daha küçücük de olsa bir adamın kaçma isteğini. En çok annem aradı, “fazla yazmasın” diye kısa ağladı olabildiğince ve en çabuk, sevdiğini söyleyen kız unuttu, henüz aynı şehirdeyken.
O sürede hep de uyumadım tabii. Orhan’ın bilgisayarını elinden almaya imkân yoktu ama Erdem birkaç birasını bana veriyordu, içip televizyondan “dışarı” bakıyorduk.
BBG Evini biz de izliyorduk mesela. Sonra diğerleri... İsimlerini biliyorsunuz. Televizyon ampul gibi yanık duruyordu evde. Ama televizyonun gösterdikleri kırmızı perdelerin daha sıkı kapanmasına neden oluyordu. Aslında, büyük bir merakla, acaba dibini bulabilecekler mi diye bakıyorduk televizyona. Onlar dibini bulsa, biz de bulacaktık sanki. Bayram gibi bir şey olucaktı, kuytu evlerden, yalnızca bilgisayarın ışığıyla aydınlanan loş odalardan milyonlarca insan sokağa fırlıycaktı...
Dibi, doruğu filan, hiçbir şeyi yoktu ama. Bazen izlediğiniz adamlar ve kadınlardan, içine olmaz türlü hayvan, bitki, isim şehir, silikon, porselen ve dört çeker kara ciplerin karıştığı tuhaf olaylardan sonra “Evet bu, buraya kadar, hayatımızın çevresine kazdıkları derin hendeğin dibi burası işte” diyordunuz. Uzun sürmüyordu, yalama olmuş bir şaşırma duygusundan insanlığınıza geri kalan tuhaf bir iç burukluğuyla, az sonrakine bakarken yakalıyordunuz kendinizi.
“Artık dışarda yerçekimi yok belki de” diyordu Erdem. “Ondan bulunamıyo o hendeğin dibi. Çünkü yerçekimi dediğin şeyin, eninde sonunda yere yapıştırması gerekir insanı.”
Sonra içeride hüküm süren yerçekiminin varlığını kanıtlamak istercesine, “dan” diye yüzüstü halıya kapaklanıp sızıyordu.
Orhan’a göre ise içeriyle dışarının koşulları aynıydı aslında. Biz nasıl ki artık ufaktan kafayı sıyırıp dışarı çıkamaz olmuşsak onlar da bir türlü içeri giremez hale gelmişlerdi. Kamera ışıklarının araba farlarının olmadığı yırtıcıların çiftleşmeye, itlerin dalaşmaya uğramadığı sakin yerlerden korkuyorlardı. Üstlerine yanlışlıkla serin ve dingin bir gölge düşse, ateş eder, ısırır, böğürür bir şekilde dikkat çekip üzerlerine spot ışığı çağırırlardı.
“Onlara da yazık lan” diyordu Orhan, gülüyorduk.
Fazla değildi ama gülüyorduk, henüz insandık yani. Hatta eve gelenlerden biri kendisini “Ally Mc Beal” dizisindeki kıza benzetirken bizi de “Friends” dizisine benzetmişti. Ona kalsa biz bu neşe ve sıkı dostlukla örülmüş ev hayatıynan “Emmy Ödülü” alırdık. CV’lerimizde ne de şık dururdu, öyle ödül filan. Orhan’la biz bişey diyemedik kızın arkasından. Ne olsa Erdem’in eski kız arkadaşıydı. Erdem “parttime” çalıştığı şirketten, kriz nedeniyle zorunlu bir “yılbaşı tensikatı” sırasında atılınca kız önce telefonda tensikatın ne demek olduğunu sormuş ardından bir veda mail’iyle Erdem’i terk etmişti. Arkadaş kalsınlardı. Tam da o günlerde Erdem aldığı çifte bıçak yarası ve tazminat parasıyla Kurtuluş’taki bu evi tutmuş, nerden bulduğunu kendisinin de hatırlayamadığı kırmızı perdeleri kornişe takıp sımsıkı örtmüştü. O yüzden, hani yani ille de bi laf söylenicekse kızın ardından, Erdem söylesindi.
Bişey söylemedi ama. Kırmızı perdelerin arkasındayken bir salağa “salak” deme konusunda hepten dilsizleştiğimizi ilk kez o zaman fark ettim. Neden sonra, mevzu açılsın, diye sordum:
“Sahi lan Erdem, tensikat ne demek?”
“Hiç işte be hocam, işten adam atmanın Arapçası. İşe alırken öz geçmişine CV diyerekten Latince istiyolar. Sonra tensikat yaptık diyip Arapça işten atıyolar. Nasıl, güzel mi? Diyorum işte, alayı şizofren bunların”
Öylelerdi evet. İşsizlik çoğalınca bazı işverenlere ucu sadistliğe varan alengir ruh halleri çökmüştü. Latinceden Arapçaya ve ordan İngilizceye kadar cümle dillerdeki asıl karşılığı “ayılık” olan şeyler yapıyorlardı çaresiz genç insanlara. Vejeteryan olması şartıyla makine mühendisi arayanlar vardı, çevirmen olarak işe alınan kızları şişmanladı diye işten atan patronlar duyuyorduk, ödünç bir kravattaki sigara yanığını ilk bakışta görebilen, kartal gözlü, hijyenik taş kalpli hanımı ise bizzat tanımıştık.Ertesi sabah “Biri bizi gözetlese, o da şizofren olur, evine hoş geldin” dedi Erdem. Gülüştük...
“Nası yani şöyle mi oluyo tensikat dediğimiz: Patron personelini çağırıp tek sıra halinde karşısına diziyo; içlerinden birkaçını işaret ederek ‘Ten... Ten... Ten... Sieeek... Attım’ diyo, bu mudur?”
“Doğru töylüyotun tostum, aynen ööle oluyo... Ten ten ten, sieek...”
Kendini yine yer çekimine bırakmış halıya doğru kapaklanırken gülüyordu.
Sürecek