KISIM 3
Çok yalnız değildik, ara sıra birileri geliyordu. Otel niyetine kız ya da erkek arkadaşını “atanlar”, Erdem- Orhan Sayan kardeşlerin İstanbul’da işi olan memleketlileri, Taksim civarında içip gece tarifesini denkleştiremeyenler, sevgilisiyle kavga edip bir süre kaybolmak isteyenler, sürekli adres değiştirerek alacaklısından tüyenler, bedelli askerlik bekleyenler, bi yerlere kapanıp ders çalışması gerekenler...
Ara sıra benim gibi ökseye tutulup gidemeyenler oluyordu gelenlerden. Üçken dört bazen beş oluyorduk hayat kaçakları sofrasında. Eninde sonunda becerip gidiyorlardı ama. Biz ise gidenlerin bu gücü nerden bulduklarına hayretler ederek öylece kalakalıyorduk.
Aramızda en çok firar teşebbüsünde bulunan Erdem’di. Bir sabah:
“Geri sayım başladı hocam!” diye bağırdı. “Çıkıp kurtulucam ben bu evden.”
Öğlene doğru çıkıp yarım saat sonra elinde on tane kutu birayla geri döndü. “Olsun en azından denedi” diye düşünüp ben bulaşmadım. Fakat Orhan rahat durmadı.
“Seni bu fena evden, bu sefil hayattan kurtarıciim Erdem. Adın neonları süsleyecek, kürkler mücevherler içinde yüzeceksin. Yanına bir miktar ecnebi parası al, yarın ilk teyyare ile Avrupa’ya gidiyoruz.”
“Sittir git Orhan, ben seni tutmıyım.”
“Pekâla gidiyorum. Erenköy’deki köşk sana emanet. Esnafın sevgilisi Sezerciğe bir öz baba şefkati göstereceğinden eminim, elveda.”
Firar girişimcisi Erdem, kardeşinin geyikleri karşısında sustu. Belki de içinden doğru geri sayıma devam ediyordu. Oysa evde bulunduğum süre içerisinde Orhan’ın en küçük bir firar teşebbüsüne bile rastlamamıştım.
“Günün dolmadan çıkamazsın ki abi” diyordu. “Noolucak bilmiyorum ama biticek bir gün. O gün gelinceye kadar fazla tırmalamamak lazım. Sonra, hepten efkâra sarıyosun, biraya çok para gidiyo hehe.”
Neydi peki lan bu, neyin çilesini dolduruyoduk. Okuldan verdikleri çıkış kâğıdında, fakülte yönetim kurulunun bilmemkaç sayılı kararı gereğince bana mühendis unvanı tevcih edildiğini yazıyordu. Peki bu ev? Yani, Orhan’ın savına göre bu evde geçirmek zorunda kaldığımız günlerin sonunda bize bir unvan verecekler miydi?
“Doğru olabilir” dedi Erdem.
Delirdik diye düşündüm. Boş torbalar ve hormonlu incir çekirdekleri dolsun diye konuşuyorduk sanki.
“Belki de büyük bir nimettir gerçekten. Olgunlaşıyoruzdur, kim bilir.”
“Hadi yaa... Hehehe. Felek bizi imtihan mı ediyor yani? İşsiz Türk’ün bira ve bilgisayarla imtihanı.”
“Dinlendiriyo diyelim. Yedi yaşından beri durmadan sınava giriyoruz zaten biz. Belki de yeterince kıyıda bi yerde soluklanınca... ”
“Kıyıda ne?...”
Erdem’i kardeşinden öğrendiğim şekilde yüzüstü çevirip halının üzerinde bıraktım.
Yalan değil, yedi yaşından beri türlü çeşitli sınava giriyorduk. Kolejler, fen liseleri, üniversiteler... Bitince bir bok olucak sanıyorduk. Olmamıştı fakat. Peki daha sonra? Yani, eğer Orhan haklıysa; ya da Erdem’in söylediği gibi hayat yedi yaşından beri bir yarış atı gibi koşturduğu bizleri burda, bu kırmızı perdelerle çevrili, bira kabuğu ve naylon torbayla dolu hesapta yeşil çayıra, kıvama gelelim diye saldıysa sonrasında bişey olacak mıydı?
“Askere gidip gelmeden olmaz” diyenler vardı. Orhan’la ben başvurmuş bekliyorduk, Erdem ise gidip dönmüştü. Haniydi peki?
“Düz mezuna iş vermiyolar, yurtdışına master yapmaya gidin. Greencard piyangosu var ona başvurdunuz mu?” diyenler vardı.
“Başka hayatlar mümkün” diyenlere ise tüm kalbinizle inanmak istiyordunuz. “Bir pire sirkine katılıp Norveç’e gitmek, Flemenkocu kadınların peşinden Madrit’e süzülmek, dünyayı dolaşan bir gemiye miço yazılıp her limanda ayrı sevgililer edinmek” evet bunlar hoş şeylerdi. Gelgelelim, “Çeviri gençlik hayalleri”ydi hepsi. Yerli versiyonda “Vize” diye bir şey vardı ki, yedi düvelde ünlü İşsiz Türk Genci’nin asla ulaşamayacağı halogramlı bir rüya idi.
Böylesi tuhaf ve ezbere önerilerde bulunan arkadaşları CV’lerimizde sabıka kaydı olmasın diye dövmüyorduk. Onun yerine “Friends Dizisi ne kadan komik de mi?” diyorduk “Aşkları, işleri felan. Günlük hayatın poroblemlerini, çelışkılarını insanların küçuk umut ve özlemlerini tatlı tatlı şeediyor, tıpki biz.” Daha başka şeyler de söylemek istiyorduk aslında:
“Esasen Friends ne ki hoca? Bandırma’daki bir bakkalın üç oğlu olan Sayan Kardeşler’in hayatı başlı başına bir “Success Story”dir bak. Sen kalk o taşra kasabasından tee Boğaziçileri felan kazan. “Eğitimde fırsat eşitliği bilmem ne” hadi ileri saralım oraları, sıkılıp başka kanala geçme. Yaşlı bir bakkalın yorgun yüzüne uygun ışık verir araya kahkaha efekti de koyarız. Ön raftaki bulgur paketlerini Nescafe’yle değiştirelim güzel hatrın için. Ama bi yere kadar be arkadaşım.
Bak, bakkal öldü onu bile gizledik senden. Üç oğlundan öfke ve çaresizlikle dolu öyle bir hıçkırık yükseldi ki, bastıracak kahkaha efekti bulamadık. Diyorum işte sana, bir yere kadar.”
Bizi sıkça ziyarete gelen bu arkadaşlardan bi tanesini dövebilsem, dövecektim. Öyle ki, hiçbir zaman hiçbir şeye hiç bu kadar ramak kalmamıştır.
(Sürecek)