6 Ocak 2008 Pazar

"Diyememeklerle geçen ömrümde"

Orda duruyor... Nasıl olsa eninde sonunda göz göze gelicez... Ama ilk hareket ondan gelmeli, bekliycem... Kahretsin... Yine çok güzel, çok... Aklıma tüküreyim, nasıl da terkedişdik Yasemin’le... Okulun kantinindeydik galiba, “Sen” dedi, “Hamama gider kurnaya, düğüne gider zurnaya âşık olursun”... Sana ne kızım gönlümün kâhyası mısın gibisinden laflar geveledim... “Köpek gibi geri dönersin ama” dedi... O lafı demeseydi hemen ertesi gün dönerdim belki... Ne o, ne ben dönmedik ve üç yıl sular seller gibi geçip gitti...
Olanca güzelliğiyle hâlâ orda duruyor... Beni gördüğünü biliyorum... Yanına gidip “Meraba” desem çok büyük bir taviz sayılmaz... Yanındayım... İlk darbeyi “Şişmanlamışsın” diyerek indirdim... Karşı saldırı anında geldi, beni öldüren gülümseyişle “Senin de saçlar gidiyor galiba” dedi... Arada boşluk kalmadan “Gamzeni naaptın” diye sordum. “Yanağında gamze vardı, aldırttın galiba... Ya da fondötenlerin altında kalmış, gözükmüyor”... Kıvılcımlar saçarak; “Hayatımda suratıma fondöten sürmedim ben” dedi. Güzel, sinirlendi... Yumuşatmalıyım... “O zaman gül bakalım, gamzen yerinde mi görelim”... Hemencecik güldü.. Yavru kedi mi yuttum, içimi ne cırmalıyor? Niye kalbim küt küt atıyor ki? Bir gülüşte böyle olursam, sonrası naapar beni... “Sahilde yürüyelim mi, banklara otururuz” dedi... İşte zafer! Belli ki o yavru kediden Yasemin de yutmuş... Yürüyoruz... Saatine baktı “İki saat sonra Özkan işten çıkar” dedi... Özkan haa... Demek Özkan... Kasten ismini yanlış söyleyerek, “Ne iş yapıyo bu Öztan?” dedim... “Reklamcı” diye yanıtladı... “Ben tanıyo muyum bu Özcan’ı?” Durdu, kızdı ama belli etmiyor... “Tanımazsın, Özkan Boğaziçi’nden”... Demek Özkan Boğaziçi’nden... İyi... Aferin Özkan’a... Bravo yani... Eşşoğleşek Özkan... İbibik, badem... Bakışlarımdan düşüncelerimi okumasın diye denizi seyrediyorum... “Senin Minö naapıyo?” diye sordu.. “Minö” ne demek be kızım... Benim taktiğimi kullanıyor... Ben ısrarla “ipimde diil” muamelesi çekerek herifin adını yanlış söyledim ya... O da benimkinin adını tahrif ediyor... Mine yerine Minö... Pes yani... Bari Emine filan de be kızım... Yuh yani... Feci dalga geçti kaltak benle... “Gitti, Amerika’da” dedim...
Çay bahçesindeyiz... O da ne? Yasemin’le şarkımız çalıyor... “Arapsaçı”... Ha ha hey... Şimdi bittin işte kızım... Sen dayanamazsın bu şarkıya.. Kim kime köpek gibi dönermiş görücez... Hele bir şarkının “orası” gelsin... “... gönlüm söz dinlemiyoor, sevdiğimi ver diyoor.. Kim görse şu halimi bir daha sevme diyoor... Aaah aşk yüzünden... arapsaçına döndüüm, çöz beni arapsaçıı, çivi çiviyi sökeer, budur bunun ilacı”...
Peki bana nooluyo lan? Şarkıyı dinlememek için içimden “Gün doğdu hep uyandık siperlere dayandık” marşını tekrar ediyorum... O da kafasını daldırıp “bişeyler arıyomuş” rolü kesiyor...
Şarkı yüzündün iki tarafta da zayiat yok... Bravo, direncine hayranım bu kızın... “Gitmeliyim” dedi... Giit.. “Kal” mı diycem sanıyosun... “İyi” dedim... “Sen bilirsin”... Git... Git... Özkan bekliyodur... Yürrü... Son bıçağı sapladım: “Kilo vermeye çalış... Özton’a benden selam”...
Usulca kalkıp masadan uzaklaştı... Ardından bakıyormuş gibi olmamak için, masa örtüsündeki kırmızı kareleri saymaya karar verdim... Bir... Beş... On... Allahım... Ebekulak... Beykoz’da dolaşırken... Tam dört yıl önce yerde bulup ona vermiştim... Kocaman bir sümüklüböcek kabuğu... “Bizim köyde bunlara ebekulak derler... Yağmurdan sonra çimenlerin üstünde bir sürü olur... Çocuklar avucuna alıp şarkı söyler... Al, senin olsun, beni hatırlarsın”... Şimdi o ebekulak iki kırmızı karenin arasında öölece duruyor... Şarkı sırasında çantasını karıştırıyodu... O zaman koymuş olmalı... Silah olarak ebekulak çekeceğini hesaba katmamıştım...
İçimdeki yavru kedi debelendi... Diyememeklerle geçen ömrüme bir de “Yasemiiin” sözcüğü eklendi... Yüz kırmızı kare... Bin kırmızı kare...