6 Ocak 2008 Pazar

İSMET USTA

Sonradan yaldızlı soba boyasıyla boyanmış, “gâvur ölüsü gibi” bir çelik masan vardı... Mühim yazılarda kullandığın, arkasında elektronik olarak saati gösteren bir tükenmez kalemin, cam kenarında yaslı duran çantan... Bir keresinde, sabaha karşı espri düşünürken, o çantadan minik bir ağız mızıkası çıkarıp, “Yine bir gülnihal”i çalmıştın... Birileri masada ritim tuttu, Murtaza kolunda bir manita varmış gibi tek başına vals yaptı... Kısa kestik... Herhalde “sayfada delik” vardı... Karikatürlerin arasında kalan kibrit kutusu kadar yazı yerlerine sen hep “sayfada delik var lan” derdin...
Sonra “sayfadaki delik” için “paslaşırdık”: Zeki Müren çocuk düşürdü... Meğersem sahnede küçük bi çocuğa çarpıp, podyumdan düşürmüş hani... Sovyetler üç palamutumuzu tutukladı... Hayret, bu arabadan sağ çıktı... Kayıp Oto... Pantolonda çalışacak vahşi kediler aranıyor... Telefon değişikliği... Hani birisi telefonla ütünün yerini değiştirmiş, esprideki adamın yanağı ikinci dereceden yanık... Bazen “Havaya girerdik”, sayfadaki deliği filan boşlayıp, “yazıcılara” özgü tuhaf bir dille saatlerce anlamsız sözcüklere gülerdik... Sonra, içeriden “Uzun”un sesi gelirdi... “İsmeet, sayfa sizi bekliyor”...
Sayfaların beklemesi neyse de, sayfa sekreterlerinin ellerinde gönye ve orantı çarkıyla tepene dikilmesine çok kızardın... Onları öyle görünce değişmez repliklerinden girişirdin... “Buyrun kardeş, birine mi benzettiniz... Kaç satır istiyosun... Çocuğu bakkala gönderdim karışık harf alıyo, getirsin, hemen diziciz, ilk önce sizin işi yetiştiriciz... Şurda paltomun cebinde bi espri olucak, şimdilik onunla idare edin... Oturun istirahat buyurun”... Bazen de işi yokuşa sürer, kaleminin arkasındaki elektronik saatin bozulduğunu söyleyerek, kalemi beş parçaya bölüp, kimseyle ilgilenmezdin... Bence en keyifli zaman da oydu... Çünkü, homurdanırken ardı arkasına patlayan havai fişekler gibi, inanılmaz espriler sıralardın... “Yazıcı taifesi bunların üvey evladı kardeşim... Bunlara sorsan yazı dediğin ne ki, saniyesinde yazılıyo... Osur osur ipe diz, ne var sanki... Fırçası, çinisi, tonu, tramı yok... Basit iş... Halbuki, babam da 62’den tavşan çizer... Yiyosa pi sayısından yılan yap da görelim”...
Bak final yaklaşıyor usta... Ne derdin, “yazının finaline doğru tansiyonu yükseltip, finalde okuyucunun gözüne yumruğu çakacaksın”... Bazen gözünü televizyondan ayırabilen birkaç kişi yazı okursa, yumruğu gözlerine çakmaya çalışıyorum, ama onlar farkediyor mu bilemem... Aslında onlara seni anlatayım mi diye çok düşündüm... Deterjanla dolaşan “Ayşe Teyze” ile “İsmet Usta”yı birbirine karıştırmaları an meselesi gibi... Gaziosmanpaşa’da bir konduda oturan, ilkokul mezunu bir eczacı kalfasının, İsmet Çelik’in alabildiğine komik ve bir o kadar hüzünlü öyküsünü anlatsam... Woody Allen’in evlatlığını düzmesi kadar ilgilerini çeker mi?
Ama üzülme, gittin gideli her şey o kadar da “köfteleşmedi”... Yeni şeyler olacak... Çırağının çırakları var... Hani ben iyi bir yazı yazdığım vakit, “Sen artık oldun” derdin... Ben sevinince; “Hemen umutlanma, pehlivan 40 numara bilir, 39’unu çırağına öğretir, sonuncusunu kendine saklar” diye eklerdin... Son numara; bir gece çalışırken, olduğun yere yığılıp şu dünyadan sessizce çekip gidivermek miydi?.. Çırağını, sayfalarda gittikçe büyüyen deliklerin kenarında öylece bırakıp, “Ben kaçtım” bile demeden mi? Final böyle miydi be usta?
Mühim yazılarının tükenmez kalemi hâlâ bende. Arkasındaki saat on yıldır tıkır tıkır çalışıyor... Ve “son numaraya” doğru, öyle bir geçiyor ki zaman...