Milliyet Sanat Ocak 2010
MlzAH dünyasının 'efendi yazarı' Atilla Atalay, 30. yazarlık yılını" Kalbin Böcüü" adlı kitabıyla kutluyor. Yıllarca Gırgır, Hıbır, HBR Maymun ve Leman'da çıkan yazılarını, kitaplarını okuyan; üniversite tiyatrosunda onun en ünlü karakteri Sıdıka'yı oynadıktan sonra TV dizisi prodüksiyonunda da bu karakteri canlandırma fırsatını yakalayan bendenize, bu macera başladıktan tam 12 yıl sonra Atalay ile yeni kitabı hakkında röportaj yapma şerefi nailoldu.
Editörümüz Asu Maro'ya bu fırsat için çifte teşekkür ederim. Çünkü Atilla Atalay'la tekrar bir araya gelip sohbet edebilmek için bir sebebim oldu... Yazdığı hikayeler kadar komik anlatabilen hatta bir meddah becerisiyle konuşabilen yazarlarla sohbet fırsatı çok kolay ele geçmiyor...
İkinci teşekkürüm ise herkesten önce .”Kalbin Böcüü"nü okuyabildiğim için. Umarım sizler de kitabı okurken benim kadar eğlenir, tatlı bir hüzne dalar, sürüklendiğiniz çocukluk ve gençlik anılarınızın değerini bir kez daha anlarsınız. .
-Kitabını henüz okumayanlar için soruyorum: Ne demek “Kalbin Böcüü” ?
- “Kabinin böceği ölmüş!” Bu Çukurova yöresinde, yaşamdan sıkılmış, olup bitene ilgisini yitirenler için kullanılan bir deyim. Zaten mizahın “hayattan rahatsız” bir tarafı hep var. Bir mizahçı benim denediğim gibi kendince “ciddi” öyküler yazmaya kalkışırsa ortaya hepten pesimist, cümleten hüzünlü şeyler çıkabiliyor. Bu kitap otuz yılın ardından “ciddi” öykülerimden bir seçki olduğu için böyle bir ad yakışır diye düşündüm.
-Mesleğe genç yaşta başlayınca demek genç yaşta 30. yıl kitabı çıkarabiliyor insan. “Kalbin Böcüü” kitabı çoğu daha önce yayınladığın öykülerden oluşan bir seçki. Öyküleri hangi kriterlerle seçtin ? Ati beyin en sevdiği öyküler mi bunlar?
Zaman içinde aldığım eleştrilere göre seçtim tabii. Ama benim pek sevdiğim, diğerlerinin çıkardığı gürültüye kurban gittiğini düşündüklerimden de birkaç tane yer verdim. Otuzuncu yazı yılı nedeniyle otuz öyküden oluşan bir seçki planlamıştık, doğrusu benim sevdiklerimden epeycesi de dışarıda kaldı.
-Neydi sana 16 yaşında mizah yazarı olmaya karar verdiren? Karikatürist olmak isteyip çizerlik yeteneğinin yeterli olmadığını fark etmek değil heralde?
Gırgır Dergisi çoğumuzun ilkgençliğinde olduğu gibi benim için de bir fenomendi. Şimdiki dergilerden çok daha fazla okurlarına yer veriyor, profesyonel kadrosunun tamamını okurları içinden seçip yeniliyordu. O yaşlarda senin fikirlerine önem verebilecek yaygın, geniş tabanlı bir kurumun bulunabiliyor olması doğrusu büyük bir şans. Sen de “madem ki benim yaşımdakilerin yazıp çizdiklerine değer verip yayınlayan hatta üzerine para veren bir kurum var ben gidip bunun kapısında yatmaz mıyım” diye düşünmeden edemiyorsun. İlk gönderdiğim yazının hemen o hafta yayınlanması ise hepten kendimden geçirdi beni. Ders çalıştığımdan çok daha fazla evde kendikendime mesai saatleri belirleyip Gırgır için çalışmaya başladım ben de. Hemen aynı yılın sonunda da “Daha fazla zarf ve pul parası verme” deyip beni dergiye çağırarak masa verdiler zaten... İlk çağrıldığımda “Belki karikatür espirisi de bulurum, hatta çizmeyi öğrenebilirim” diye düşününüyordum. Ama İsmet Çelik “Buraya benim yazı yazsın diye çağırdıklarımın alayını karikatürcülere kaptırdım, o yüzden sen hiç heves etme, zaten çizgin de kötü” diyerek yazıyla başladığım bu serüvende öyle kalmam için elinden geleni yaptı...
Mizah yazarı olarak nasıl görüyorsun mizahın son yıllardaki seyrini?
Mizah eskisine göre daha fazla mecrada akış alanı bulabiliyor. Hemen her reklam filmi, son yıllarda gişeyi toparlamayı başaran yerli filmler, internette sabah bilgisayarını açar açmaz ona buna komik resim fıkra haber yollamayı adet edinmiş ofis insanları, sözlükler, bloglar, facebook, twitter vb, hemen hepsi görünürde mizah izleyicisini, hatta “forwardçılar” ı saymazsak üreticilerini arttırıyor. İnternet için pek bir şey diyemem ama televizyon dizileri ve sinema filmleri birkaç istisna dışında ortalama zeka düzeyini daha da aşşağı çekmeye yönelik şeyler. Ferhan Şensoy’un bir tiyatro oyunun adı gibi “Aptallara güzel gelen televizyon dizileri” nden ve filmlerinden oldukça fazla var. Oysa mizahı üretmek de, tüketmek de en azından genelgeçer aklın, ortalama zekanın dışında dolaşmayı gerektirir. İşin doğrusu “Nasreddin Hoca’nın torunları” olmakla övünen, Aziz Nesin’i, Rıfat Ilgaz’ı Ertem Eğilmez’i yetiştirmiş Gırgır’ı dünyanın üçüncü büyük mizah dergisi olarak var etmiş bir milletin böylesi bir duruma kendi tercihiyle gelebileceğine inanmıyorum. Her alanda var olan içi boşaltılma, anlamı ve işelvi kaydırma mizah ta da yaşanıyor.
Böylesi bir ortamda yine en nitelikli üretim mizah dergilerinde oluyor diye düşünüyorum. Ama onların tirajları da pek parlak değil ve bu nedenle varlıklarını çok güç sürdürebiliyorlar. Reklam gelirleri zaten yok, habire açılan para cezalı davalar da cabası
- En çok neye gülersin ?
Ciddi görünme kaygısı olan herşeye. Şimdi yan masada yanında özel kalemiyle bir müsteşar görsem elimde olmadan çok gülerim mesela. Askerde Tugay Komutanı bayram kutlama konuşması yaparken kürsünün önünden piti piti geçtikten sonra bir kenarda kuyruğunu altına alıp oturarak bizi izlemeye başlayan bir kedi görünce gülme krizine tutulduğum için ceza almıştım. Öyle sessiz sedasız da gülemiyorum aksi gibi. Hasan Kaçan’ın “Yavru kaltak kahkahası” adını taktıktığı çok gürültülü bir gülüşüm var...
-Mizahçılardan kimi takip ediyor, takdir ediyor, beğenerek okuyor ya da izliyorsun?
Ahmet Yılmaz, Umut Sarıkaya, Latif Demirci, Vedat Özdemiroğlu, Behiç Pek, Cem Yılmaz ve tvdeki eski skeçleriyle Şahan Gökbakar severek izlediğim sanatçılar.
-Ustalarının Suavi Süalp, İsmet Çelik , Tekin ve Oğuz Aral olduğunu belirtiyorsun hep. Nasıl bir usta-çırak ilişkiniz vardı? Bugünkü üslubunu geliştirmende okuduğun başka kimlerin katkısı oldu sana ?
Çırak olarak dergi mesaisi anlamında pek kaytarmacıydım. İşlerimi yetiştirir mühendislik eğitiminden de gelen disiplinle gerektiğinde bir haber başlığını onlarca kez yazardım ama ustalar her seslendiğinde olay yerinde bulunmadığımdan epey fırça yediğim olmuştur. Oysa dergi geceleri asla bırakıp yarın sabah okula gitmek istemiyeceğim kadar keyifli olurdu. Halen de öyledir. Sayılanlar dışında birlikte çalışırken Latif Demirci, Hasan Kaçan, Behiç Pek ve İrfan Sayar’dan da bir çok şey öğrendim.
-Akademisyenler tarafından inceleniyor, tanımlanıyor tarzın. Prof.Dr. Ünsal Özünlü “Gülmecenin Dilleri” adlı kitabında senin “Eray” öykülerinden yola çıkarak yarattığın mizah ekolü üzerine incelemelerde bulunuyor. Profesörler tarafından incelemeye tabi tutulmak, bir ekol olarak tanımlanmak ne hissettiriyor?
Elbette hepsi çok onur verici. Ama o tezlerin araştırmaların filan çoğunu okurken başka birinin yaptıklarını okur gibi tuhaf bir yabancılaşma hissediyorum. Kırkayak aslında nasıl yürüdüğünü kazara da olsa düşünmeye başlarsa fena halde tökezlermiş zaten. Bir de senin dergilerde yazıp kitaplar olmasa bir hafta sonra unutulacak yazılarını birilerinin uzunca süre biriktirip incelemesi içten içe korkutuyor.
-“Mizah dünyamızın efendi yazarı” tanımı yapılmış senin için. Sen mizah yapanların hep tırnak içinde yırtık olması gerektiğiyle ile ilgili önyargıya ne diyorsun? Efendi olmakla ilgili derdin var mı ?
Valla benim tanıdığım hemen bütün mizahçılar sinsi bir şekilde oturup etrafı gözetlerler, sessizlikleri ondandır. Bunu “efendilik” olarak tanımlamak her zaman çok da doğru olmayabilir.
-Ya da şöyle sorayım: Yeni tanıştığın insanlar senden komik şeyler anlatmanı beklediğinde ne hissediyorsun?
Çok sinirlenirsem mesleği gassal olan insanları örnek vererek “İnsan her zaman yıkayacak bir ölü bulamayabilir. O zaman durduk yere birini öldürüp yıkamaya kalkışması anlamsız olur” diyorum. Kısa bir ölüm sessizliği oluyor.
- Yazdığın bir hikayeyi ya da senaryondaki bir sahneyi anlatırken sanki başkası yazmış gibi ya da bir yerde izlemişsin gibi anlatırdın hep. Çok şaşırırdım seni dinlerken. Sonradan nasıl böyle bir uzak açı kazanıyorsun yazdıklarına?
Aslında siz oyuncularınkine benziyor galiba. Onlar ben değilim ki, anlattıklarım onların başından geçiyor diye düşünüyorum. Yoksa senin de bildiğin gibi yalnızca Sıdıka karakterinde devamlılığı olan onbir tane yan tip var. Eray, Sıkılhan filan hepsininkiler elliyi bulur. Onların alayını içselleştirip olayları kendi başımdan geçmiş gibi anlatsam işim zor olurdu.
- Sırasıyla Eray, Sıdıka ve Sıkılhan. Her biri ilginç sosyolojik saptamalar içeriyor bu kahramanların öyküleri. Eray bilinen tüm medyatik iletişim kodlarıyla dalga geçiyor, Sıdıka yetiştiği çevreden beklenmeyecek kadar dünya meselelerine takmış entellektüel ev kızı, Sıkılhan cep telefonu bağımlısı liseli genç... Yaratım süreci nasıl gelişti bu karakterlerin?
Herbirisi ilgili dönemdeki toplumsal dinamiklerin çoğalttığı çok rastlanır hale getirdiği insan tipleri ve elbette gözleme dayanıyor. Üç ana tip başlığı varmış gibi görünüyor. Ama örneğin Sıkılhan’da çocuğu sürekli telefonla taciz eden “Çağrı merkezi cadısı Nurcall” diye henüz iki aylık bir yan tip var. Sürekli arayıp “Bıyrın Nurcall ben siza nası yardımca olabiliram, doom tarihiniz günayyıl alarak? Konşmlırınız şirkat poltikası gereee bandalınmaktadır” gibisinden “ağzında denizanası varmış” gibi konuşuyor. Yine Son bir yılda ortaya çıkan Sıkılhan yan tiplerinden biri de muhafazakar esnaf Enes. Sürekli “ticared etmek” istiyor. Sıkılhan’a “ünlü tacirlerden Ebu Hüveyye’nin ticared kıssalarını” anlatıyor.
-“Sıdıka”nın ilk televizyon macerasının üzerinden tam on iki yıl geçti. Dile kolay... Seyirci hala özlemle anıyor.Bense geriye dönüp baktığımda çok mutlu olmuyorum. Küçük yaşımda altından kalkamadığım bir rol olarak görüyorum. Sen prodüksiyon olarak nasıl hatırlıyorsun “Sıdıka”yı ?
Açıkçası önceleri benim kafamdakine pek uymadığını düşünüyordum. Hakkı Devrim’in söylemiyle “bu pek de tabii değil mi allahaşkınıza”. Hiçbir yazar yazdıklarıyla sahnede ya da perdede gördüklerinin tam olarak uyuştuğunu düşünemez. Hatta her okur da o kitabı kafasında filme çekmiş olarak izlemeye oturduğu için işe neredeyse bir sıfır yenik başlıyorsunuz. Ama çok kısa süre sonra yeni Sıdıka öyküleri yazarken gözümün önüne Saka Ailesi’nin ekrandaki görüntüleri gelmeye başladı. Şimdi ise hepten, Latif Demirci’nin çizdiği Sıdıka vinyetlerine bakarken bile senin yüzünü görüyorum.
Prodüksiyon açısından da özellikle 30 dakikalık süreyle yayınlanan bölümlerin mizah tabanlı diziler için en uygun; oynayan yazan ve izleyen bakımından en insani yapım türü olduğunu düşünüyorum. Şimdiki yerli gülmece dizileri ortalama yetmiş dakika ekranda kalmaya zorlanıyor ve tüm ekibin yaşamını sağlığını ve üretim kalitesini allak bullak ediyor.
Ve tabii Atıf Yılmaz’ı özlemle anıyorum. Mine, Asiye Nasıl Kurtulur, Adı Vasfiye, mizah dizisi olarak Aziz Nesin’den Tatlı Betüş... Doğrusu bu filmografiden sonra Atıf Abi’nin Sıdıka’yı çekmek istemesi beni çok onurlandırmıştı.
-Mizah dergisi çıkarmak muhalif olmayı gerektirir mi ? Bir dergi çatısı altında çalışanlar için politik görüş birliği gerekir mi?
Eğlence yani entertaintment ile mizah arasında gri bir alan varmış gibi gözükmekle beraber en basit bir güldürücü eylemin bile altında normal olanla, alışılmışla, genelgeçerle aykırı bir durum vardır. Biçimsizce düşen birinin yarattığı istem dışı gülme örneğin. Düşen, olması gerektiği gibi düpedüzgün zarif adımlarla yürüyebilseydi, gülme olayını ortaya çıkarmazdı. Ya da “Dut yemiş bülbül” yerine “Bül yemiş dutdut” sürçmesi sözcüklerin ve önermenin anlamını kaydırarak bir anlamsızlığa yol açmasa komiklik doğmazdı. Dolayısıyla mizah elbette iktidar sahibinin ya da geleneklerin “normal” dediğine karşı bir yerde durur ve oradan kendini var eder. Bu bağlamda mizahın ve mizahçının “Dıngırdakbükü ilçe teşkilatı” düzeyinde güncel politika üreticilerininki gibi bir politik görüşü yoktur, olamaz.
-Klasik olacak ama “güldürürken düşündürmek” kaygınız var mı efenim ?
Olabilse okurlarımı güldürmek, düşündürmek, doyurmak, her birine münasip bir eş bulup üçer çocuk yapmaları hususunda tavsiyyelerde bulunmak, hatta olur da benden önce vefat edenler olursa ölülerini yıkamak isterim. Ama herşeyi ben fakirden beklememek lazım.
MUTLU YILLAR