onurcaymaz@hotmail.com/ 31 Ocak 2010
“Diyelim ki öyküsünü yazdın, beş para etmiyor” diye yazmıştı Öpücük Balığı’nda. Öyküsünü yazınca genelde böyle olur, beş para etmez. İnsanların mizah diye Recep İvedik’i bildiği, tiyatro konusunda Yılmaz Erdoğan’a hoca diyebildiği bir yerde, yazdığınızın hiçbir değeri yoktur. Siz Sıdıka’yı yaratmışsınızdır, Eray’ı kaleme getirmişsinizdir, Sıkılhan ile boğuşmuşsunuzdur; kimin umuru? Anlatacak hüzünle dolu bir yığın hikâyeniz vardır. Olsun! O incelikli metinler her kitabın sonuna serpiştirilir ufaktan; Ebekulak mı olur artık, Fabrıga mı olur bilemem...
Bu ülkenin son on yıldır yaşadığı akıl almaz değer kaybından yazdıklarınız da alır payını. Düpedüz ‘Yeteneksizsinizdir Türkiye’! Edebiyat çevreleri sizi mizahçı olarak anar. Hatta mizahçılar, yok saymak istediğinde "edebiyat parçalıyor o" der, hikâyeciler aralarına almak istemezse burun kıvırarak “hani şu Sıdıka’yı yazan” diye vırvır eder... Ortalama zekâ, Sıdıka için “Ulan Bir Demet Tiyatro ile aynı lan o zaten” diyen zekâdır ve ortalamanın iktidarında yaralanmış sözler anlamsızdır.
Ezilmiş Leylaklar Kitabı’mda Küçükçekmece Cennet Mahallesi’nde yaşayan bir minibüs şoförünü anlattığım Cennet’te İnecek Var adlı bir hikâyem var. 1963, Cennet Mahallesi doğumludur Atalay da. Annesi öğretmen, babası asker. Çoğu öyküsünde bu füze astsubayı babaya rastlarız zaten. Onun hayatı, yazdıklarından akar...
34 TN 405’te, söz konusu babanın hüzünlü araba sevdası, acıtır mesela. Zar zor para biriktirip aldığı arabanın kapağı çalınmıştır. Ağlama der çocuk: “Baktım, gerçekten çocuk gibi ağlıyordu. Ben büyük oldum o zaman. 'Yaa noolucak boş ver, bunda üzülecek bir şey yok baba be' gibisinden bir şeyler söyledim. Altı üstü bir kapak... Kafasını kapaksız bagajın içine daldırıp, bir şeyler arıyormuş gibi yaparak boğuk bir sesle, ‘Sen hayatında kendi kazandığın parayla bişey al da o zaman konuş keranacı’ dedi..” Böyle bir çocukluktan söz ister Atalay. Hikâyeler, onları yazabilecek kişilerin başından geçer çünkü.
1978’de, 15 yaşında genç bir çocukken Gırgır ve sonrasında Fırt’ta başladığı macerasını mühendislik okuyarak sürdürür. Fırt’ın son hüzünlü günlerini anımsıyorum. Stero Seyfi’leri, Arap Kadri’leri. Bir de çocuk heyecanlarımız: İkinci sayfanın sonunda, bikinili kadınlar olurdu, kadınların üzerine de kimi tipler çizilir, şakalar yapılırdı. Erotik bir tarafı yoktu aslında ama biz erken çocuklardık. Yaz günleri, evde bunlara bakarken enikonu heyecanlanırdım. Gizli bir hüzün vardı hepsinde; işte onu yazar Atalay.
Aynı astsubay baba, emekli olduktan sonra marley dükkânı açar fakat işler kesat gidecektir, batmaya mahkûmdur. Ömrünün tüm birikimini, anlamadıkları tuhaf işlerin dükkânını açıp boşa harcayanlar, günümüz büyük yazarlarının değil, Atalay’ın konusudur: “Oyuncakçı dedeler, kırtasiyeci amcalar; bişey araklanmaya son derece müsait, kafası karışık, şişe dibi gözlüklü, rafları boş bakkal amcalar... İnsana 'buyur canım, arzun 'diyen altın künyeli, gürbüz kuruyemişçilerle, acar kasapların, birbirlerine dandikten 'bilmemkim bey, bişey hanım' diye seslenen yavşak kasiyerlerle dolu süper marketlerin arasında usulcacık kapanır onların ufak dükkânları...”
1989’da Hıbır dergisinin kurucuları arasında yer alan Atalay, 90’larda Usulcacık, Ebekulak, Sıdıka, Civciv Kutusu, Uyuyamadığım, Menekşe İstasyonu, Yalnızlık Aletleri, Dup dup Çedene, Eray; 2000’lerde Hayaller Kâhyası, Ağlama Dolabı, Kişi Başına Bir Yalnız adlı kitaplarıyla buluşur okurla. Atalay’ın metinleri alabildiğine insanı içerir. Diyalog kurmadaki ustalığının yanında, hikâyede bir yerden bir yere atlarken ördüğü bütünlük, annelerin ördüğü kazaklar gibi sık, sıcak tutan cinstendir. Bizden biri olduğunu görürsünüz. İçimizde yaşayan, bize benzeyen, bizim gibi yazan ve konuşan, bizim gibi sevmemeye koşullu ama hep seven: “Gidicem ben... İşim var işim... Çıkıp sokak kedilerini tekmeliycem, yalan söyliycem, rakı içicem... Hasan’a borcum var... Tarık’la sözleştik kaçıcaz hafta sonu, karı bulmuş ona basıcaz... İlknur iş atıyo sonra... Resmen işte, aramıştır... O’nun yeri ayrı, ama İlknur da fena diil şimdi... İşim var... İşiim...” Bizim gibidir.
2009, sevgili Atalay’ın otuzuncu sanat yılıydı. İnsan erken çıktığı yolda çok mesafe kat ediyor. Bunun şerefine İletişim Yayınları, geçen aylarda Kalbin Böcüü’nü yayımladı. Kalbin Böcüü, Atalay’ın bunca yıllık emeğinden oluşturulmuş hüzünlü bir seçme. Onun eserlerine yabancıysanız tam zamanı! Masallardan devşirip öykü yazanların, Ferrari almak için film yapanların, eli kanlı katilleri dans yarışmalarına jüri olarak düşünenlerin arasında Atalay mizahçı falan değil, düpedüz öykücüdür çünkü!